UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Fayanssulayan*

01 Nis 2014
sharcho

Adam yalnız yaşıyordu ve güvercin besliyordu.

ı.

Kadına rahat bir nefes almamı sağlayacak bir İngiliz anahtarı olup olmadığını sormuştum sadece. Kendime güvenimi böylesine yitireceğimi bilseydim ve ardından bir daha asla eskisi gibi toparlayamayacağım zorlu günlerin geleceğini tahmin edebilseydim böyle bir şeye kalkışmazdım. Diğer taraftan, elimde yapacak başka bir şey de yoktu, yolun sonuna gelmiştim. Bahçedeki otları, saksı çiçeklerini bile denemiştim, ağaçları ve çeşitli uyku malzemelerini. Denediğim her şeyi ayrı ayrı tasnif etmiş, yarattıkları etkinin gücüne göre güvenli yerlere saklamıştım her birini. Olur ya, bir gün içlerinden biri geç de olsa olumlu bir sonuç verirse dönüp hepsini tekrar deneyebilirdim. Tabi ki her denemem başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Umudumu yitirmeme ramak kala ona rastlamıştım. Yanına usulca sokuldum. “Bayan,” dedim “beni rahata erdirecek bir İngiliz anahtarınız var mı?” Bu masumane sorumun nasıl yanlış anlaşılabileceğini, ne tip ahlaksız benzetmelere konu olabileceğini kestirememişim. Ondan çok garip bir şey istemişim gibi dakikalarca yüzüme baktı. Sonunda, “Sana nasıl güveneceğim?” deyiverdi. Şaşırmıştım. Bir umut vardı ama altından kalkamayacağım bir soru ile karşılaşmıştım. Sorusunda haklıydı, bana nasıl güvenebilirdi ki?! Hiç tanımadığı bir adam usulca yanına sokulmuş, ona, onu rahatlatacak bir İngiliz anahtarı olup olmadığını sormuştu. “Siz bu konuyu düşünün, ben sizi tekrar rahatsız ederim” diye cevap verdim. Günlerce onun sorusu üstüne kafa yordum. Arada bir ona rastlıyor ama onu görmemiş gibi yapmaya çalışıyordum. O ise bana hınzırca gülümsüyor, sorusunun cevabını bulamadığımı, belki daha uzun süre bulamayacağımı biliyordu. Onun benim üstümde kurduğu planları düşündükçe deli oluyordum. Belli ki beni her gördüğünde vereceğim her cevap için aklından bin bir çeşit yeni soru geçiriyordu. Bunu oyun haline bile getirmiş olabilirdi, çaresizlik içindeki bir adamı daha çaresiz bir hale sokacak çetin sorular icat etme oyunu. Eminim soracağı sorular için en uygun anları bile planlamıştı. Beden hareketlerim, çekingenliğim, ses tonum, hepsi gözünün önüne geliyor, geniş hayal dünyasında dudaklarından çıkan tek bir cümle ile apışıp kalıveriyordum. O planları öğrenmeliydim. Önümde lanet bir soru vardı. Ben düşündükçe zaman hızla geçiyor, günler gelip geçtikçe de aklım daha çok karışıyordu. Sonunda karşısına çıkıp ağzıma ilk geleni söylemeye karar verdim.

O gün işten eve dönerken, her gün sigara aldığım evimin yolu üstündeki bakkalın önünde karşılaştık. Karşı caddeden yürüyordu. Rüzgârda savrulan kırmızı, fırfırlı bir etek, aynı renk dökümlü ipek bir gömlek giymişti. Kocaman çantasını bir koluyla sarmış, öteki kolunu beline yaslamıştı. Karşısına dikildim. Pis pis sırıtıyordu. Bütün ciddiyetimi takınarak kulağına eğildim, “İstiyorum” dedim. Önce yüzü asıldı, anlamazlıktan geldi. Şimdi düşünme sırası O’ndaydı. Yapacaklarını, acımasız planlarında bu cevap karşısında kurduğu oyunu izlemeye koyuldum. Çantasını karıştırdı, İngiliz anahtarını orada, orta yerde çıkarıverecek diye ödüm koptu. Eli çantasında, “Her şeyi denediniz, bir bu kaldı, değil mi?” diye bağırdı yüzüme. Kendimi üste çıkarmak için, “bunu da denedim, bir de sizin elinizden tatmak istiyorum” cevabını yapıştırdım. Bu sefer atik davranıp onu şaşırttığımı sanırken, “Nesin sen eşitlikçi falan mı?” deyiverdi. Gene kilitlenmiştim. Dilim tutulmuştu. Gülmeye başladı. Çantasından bir kartvizit çıkardı, “daha uzun bir zamanda konuşalım, yetişmem gereken randevularım var,” diyerek uzaklaştı. Bütün konuşmalara tanık olan bakkal yanıma geldi. İlk önce bana kızacak, bir daha oraya gitmemem için beni uyaracak sandım. Oysa beni teselli etmeye çalışıyordu. Uzun zamandır onu tanıyormuş, hep böyle imiş, ama bir gün mutlaka bana da tatlı bir söz söylermiş. Arzum bakkala da imkânsız göründü. Kendi kendime kalmak için eve gelip sohbet programının başına oturdum. Onu orada bulacağıma dair boş bir ümidim vardı. Saatlerce aynı soruyu yüzlerce insana sorduktan sonra onun özel bir insan olduğuna ve benim için gönderildiğine tekrar inandım. Programı kapattım, kocaman bir yalnızlıkla baş başa kalmıştım. Bana verdiği kartvizite uzandım. Siyah, parlak bir kâğıdın üstünde, gri tonlarda küçük rakamlarla bir telefon numarası yazılıydı sadece. Kartvizitin üstünde yazan numarayı aramayı düşündüm. Söyleyebilecek neyim vardı ki? Biraz daha bu konu üstüne kafa yormalı, karşısına iyice hazırlanarak çıkmalıydım. Yaşadığım yere yakın bir üniversite vardı, onun kütüphanesinden ilgili konu üstüne yazılmış bütün kaynakları buldum. İşime yarayacak kısımlarının fotokopilerini aldım. Eskiden ümitsizlikle bıraktığım araştırmama kaldığım yerden devam edecektim. Böylece bir dahaki sefere karşısına çıktığımda soru ve tavırlarıyla beni yıldıramayacaktı.

Günler iş, kitaplar, fotokopiler, notlar arasında geçmeye başlamıştı. Bazen aynı bakkalın önünde ona rastlıyor, başımla selam vererek yanından sessizce geçiyordum. Sanırım bana karşı ilgisi azalmış, onu ilk gördüğüm günkü gibi her şeyi oluruna bırakmış bir şekilde yaşamına devam ediyordu. Karşısına çıkacağım gün gelene dek birkaç konuşma planı yapmış, başka insanlar üstünde denemiştim. Onlardan aldığım sonuçlar olumluydu. Aynı şablonu bu kez O’na uygulamaya karar verdim.

O gün işten erken çıkıp bakkalın önünde konuşlandım. Akşama doğru bu yoldan geçeceğine emindim. Planıma göre karşısına dikilecek muhabbete kaldığımız yerden hiç ara vermemiş gibi devam edecektim. Birkaç cümleyle onu hazırladığım konuşma şablonunun içine çekecek, istediğim şeyin tıkır tıkır elime gelmesini bekleyecektim. Yolun başından göründüğünde bakkala girdim. O kapıya yaklaştığında, çırak cep telefonumu çaldıracak ben de bakkaldan çıkar gibi yaparak önüne dikiliverecektim. Plan buraya kadar kusursuz işledi. Telefonum çaldı, heyecanlı olmama karşın tereddüt etmeden çıktım kapıdan, karşımdaydı. “Ben herkesi, her şeyi severim” dedim. Düşündüğümün aksine şaşırmadı bile. Başını bakkala çevirdi, bakkalın bizi dinleyip dinlemediğini anlamaya çalışıyordu. “Peki bunun ben ya da bir başkası olması ne fark ettiriyor?” dedi. Günlerdir istediğimi başka bir şekilde elde edebileceğimi düşünmüş olmalıydı. Ona bir şekilde bütün denemelerimin başarısız olduğunu hissettirmeliydim. O güne kadar bu konu üstüne çalışmalarımdan edindiğim bilgileri bir bir aklımdan geçirip olabildiğince alttan alarak,

“Benim çeşitli inançlarım vardır, belki bunlar size saçma gelebilir, önemsemeyebilirsiniz ama bilirsiniz işte herkes yaşamını devam ettirebilmek için bazı şeylere tutunmaya ihtiyaç duyar. Size biraz onlardan bahsetmek istiyorum. Eminim bunları dinlediğinizde bana hak vereceksiniz; neden inatla sizinle bu kadar ilgilendiğimi, bu yüzden gözüme uyku girmediğini, sizi ilk gördüğümden beri biraz olsun etkileyebilmek için günlerimi gecelerime kattığımı ve sonucunda bir milim yol kat edemesem bile bu ısrarımdan vaz geçmediğimi anlayacaksınız. Bu uzun konuşmaya hazır mısınız?”

Başını ‘hayır’ anlamında sağ sola çevirdi ve sağ eli ile yanağımı okşayarak uzaklaştı. Her şeyi düşünmüş, ayrıntılarıyla bütün hislerimi ona açacakken avuçlarımın içinden kayıp gitmesi bende bir şok etkisi yarattı. Artık durumumuzu daha net görebiliyordum. Ben her gün bu bakkalın önünde onunla karşılaşarak ve bazen konuşmaya çalışarak onun gözünde bir süs bitkisinden farksız bir hale gelmiştim. Yanağıma dokunmasının nedeni de buydu. Sonbaharda yapraklarını dökmek üzere olan bir ağaç görmüş, hüzünlenmiş ve hüznün verdiği itki ile kabuğuna dokunuvermişti. Ben onun için bir süs bitkisiyken bile, o benle konuşmaya, iletişim kurmaya çalışmıştı; bana üstünde bir telefon numarası olan bir kartvizit vermiş, usulca süzülüp gitmişti. Bütün çalışmalarımın gereksiz olduğunu, bazen her şeyi oluruna bırakıp gözlerimi kapatarak hareket etmem gerektiğini unutmuştum. Bu konu üstüne çok fazla düştüğümden kaynaklanıyordu. Onu öylesine önemsemiştim ki kendimden uzaklaştırmıştım; önce bir arzumun bir uzantısı olarak yaklaşmış, ardından çok yukarılara çıkarmış, bilimsel bir mesele haline getirmiştim. Oysa kendi halinde her akşam o bakkalın önünden süzülerek bilmediğim bir yere doğru gidiyordu. Böyle davranarak onun yaşamına herhangi bir şekilde girmeme imkan yoktu. İstediğim az bir şey de değildi, yani ‘bana bir papatya verir misiniz’ ya da ‘sizi öpebilir miyim’ desem belki oracıkta hemen olacak şeylerdi bunlar ama istediğimi ondan alabilmem için doğrudan onun yaşamına müdahale etmeli, onu istemediği şeyleri yapmaya, düşünmediği şeyleri düşünmeye zorlamalıydım. Hemen bakkalın kontörlü telefonuna sarıldım; bana verdiği kartvizitin üstündeki numarayı çevirdim.

Önce ahizeden ne olduğunu kestiremediğim garip bağırış çağırışlar duydum, ardından yüksek sesli bir müzik geldi; nihayet biri ‘alo’ dedi. Karşımdaki kart sesli, kaba bir erkekti. Ne istediğimi soruyordu. İmkânı yok istediğim şeyi telefonda, hiç tanımadığım hem de kendi cinsimden olan birine söyleyemezdim. Sadece değer verdiğim, iletişim kurmaya çalıştığım birinin bana bu kartviziti verdiğini, mümkünse onunla görüşmek istediğimi belirttim. Her şey beklediğimden hızlı gelişiyordu. Adam kartviziti vereni tanıdığını, beni ona ulaştırabileceğini hatta başka isteklerim varsa onları da halledebileceğini söylemişti. Birkaç saat içinde karşı kaldırımda olacaktı.

Şakir Özüdoğru

---
* Aynı adlı uzun öykünün ilk bölümünü içermektedir. Uzun Hikâye kullanıcılarının yorum ve eleştirilerini almak amacıyla paylaşılmıştır.

Kategori:

Re: Fayanssulayan*

Öykünün tümünü paylaşsaydınız keşke.

Bölümün anlatım akıcılığı ve sürükleyicilik gayet başarılı bence.

"rahat bir nefes almamı sağlayacak bir İngiliz anahtarı"
"bir İngiliz anahtarı"

Eğreltileme nesnesi olarak çarpıcı bir seçim. Ben hemen yerinde birkaç yerde; avadanlık çantamdan bir "kırmızı şimşir tarak" koydum. Pek de hoş uydu.

İleride okuma izlenimlerimden daha detaylı bir şeyler paylaşmaya çalışacağım.

Anlatımınıza, emeğinize sağlık.