UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Fâili Meçhul Bir Cinayete Tanıklık

14 Ara 2008
orumceq

“Sanırım yalnızca İstanbul var,
yani tek başına ve hiçbir yerde olan;
ve bu mahkemede sanık olmayan...
yalnızca İstanbul!”

(burada ve bu zamanda)

“İyi akçamlar. H. evde mi acaba?”
“H. teyzesinde, maç seyrediyor.”
“Tamam... Aradığımı söylerseniz iyi olur. Teşekkürler.”
“Oldu.”

“Camın kumdan yapıldığını ilkin bir çizgi filmde görmüştüm. O güne kadar camın hangi hammaddeden yapıldığını merak bile etmiş değildim ama o günden sonra bu bilgi benim için nedense çok önemli olmuştu. Şimdi H.’yi arayıp evde bulamadıktan sonra bunun neden aklıma geldiğini bilmiyorum.
Bardağın dibini göremeyeceğimi bile bile yine kendime kahve yaptım. Evde bir tek babam var ve o da uyuyor. Ötekilerin nerede olduğunu da bilmiyorum. H.’nin futbola olan bu tutkunluğunu da bir türlü anlayamıyorum. Ya da, bunu anlıyorum belki ama şu an biriyle konuşmaya çok fazla ihtiyacım var ve aklıma H.’den başkası gelmiyor. Fakat o da beni kesinlikle ilgilendirmeyen bir şeyle, Galatasaray’ın bir maçını seyretmekle meşgul ve benden alabildiğine uzakta!.. Odaya girer girmez müzik dinlemekti niyetim ama şimdi içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Sanırım ben bugün birini öldürdüm ve bunu hiç kimsenin umursamamasına öfkeleniyorum!.. Ya da bunu kimsenin bilmek istememesine, bilmemek için benden kaçmalarına... Babamın, arabadaki anormalliği farketmesinden, bunun ucunda ölüm varmış gibi korkuyorum! Ama içimde çok daha büyük ve her yanımı sarıp sıkmaya başlamış başka bir korku var. Galiba bu yüzden babamdan bile korkmuyorum... Bilemiyorum, belki de...
Etraf çok karanlıktı. Sokak lambalarının neredeyse hiçbiri yanmıyordu. Sabahki yağmurun da etkisiyle yollar çok fazla kaygandı. Evet, ben de biraz dalgındım ama bunun çok da etkili olmadığına eminim. İyi araba kullanırım çünkü. Hata kesinlikle bende değildi. Adam... ya da kadın ya da köpek!.. Her neyse işte, o kütle birden önüme fırladı ve hiçbir şey yapamadım. Biliyorum sürücülerin hemen hepsi aynı lafları söylerler birine çarptıklarında ama benimki kesinlikle doğru, çünkü bunu herhangi bir mahkemede değil, evimde, kendi odamda, sadece kendime söylüyorum. Bu herhalde önemli bir şeydir?..
Korkum galiba neye çarptığımdan emin olamamamla ilgili bir korku. Sahil yolunda gecenin bu saatinde kim nasıl ve neden caddeye atıversin ki kendini? Hepsinden önemlisi, neden benim arabamın, yani benim kullandığım bir arabanın önüne atsın?.. Ve bunun için yalnız olmamı özellikle beklesin? Bütün bunlar saçmalık!.. Evet, duymaya ihtiyacım olan bu ve H.’ye bunun için çok fazla ihtiyacım var!”

H. teyzesinin evinden ayrıldığında maç henüz bitmemişti. Sigara almak için eve girer girmez “Beni arayan oldu mu?” diye de sormuş ve annesinden M.’nin aradığını öğrenmişti. Eve sadece sigara almak için çıkan H., eğer M.’yle olan konuşmasının uzun süreceğini bilseydi kesinlikle maçı bitirmeden eve dönmezdi. Bu yüzden skoru ancak yarın sabah, hem de şehir dışındaki bir benzin istasyonunda çalışan genç bir adamdan öğrenebileceğini de tahmin dahi edemezdi.
Telefonun tuşlarına basarken ki aceleciliği bile maçı seyretmeye devam edebilmek için hemen teyzesinin evine geri dönebilmek içindi. Fakat, telefona çıkan M. Henüz sadece “Alo” demiş olmasına rağmen sesteki telaşı farketmişti. M., tedirginliğinin paniğe dönüşebilmesi için H.’nin aramasını beklemişti sanki. Acele acele ve kesik kesik cümlelerle olayı bir çırpıda anlatmıştı H.’ye. H. Bir şey anlamadığını söyleyip yavaşça yeniden anlatmasını istedi. Fakat M. bunu yapamayacağını, durumunun çok kötü olduğunu, yardıma ihtiyacı olduğunu söyleyip telefonu kapattı. H. arabasıyla yola çıktığında maçı ve skoru tamamen unutmuş, tam olarak ne olduğunu anlayamadığı ve M.’yi bu kadar etkileyen olayın ayrıntılarını merak etmeye başlamıştı.

H. arabasını apartmanın yan tarafındaki küçük otoparka çoktan park etmiş, M.’nin otomatik düğmeye basıp cümle kapısını açmasını beklemeye başlamıştı. Zile üçüncü kez bastı. Elini zilden henüz çekmişti ki M.’nin asansörden çıktığını ve koşar adım merdivenleri indiğini gördü. Üzerinde mavi bir yağmurluk ve başında da siyah bir bere vardı. H., M.’nin elindeki poşeti ancak arabaya bindikten sonra farketmişti. Kontak anahtarını yuvasına sokarken M.’nin bacaklarının arasında duran siyah çöp poşetini görmüş ve kendisini de şaşırtan sinirli bir ses tonuyla sormuştu:
“Ne var o torbada?”
M., sanki torbayı ilk defa görüyormuş ama torbanın orada, bacaklarının arasında durduğundan uzun zamandır da haberdarmış gibi aynı anda hem şaşkın hem de tedirgin bir ifadeyle torpido gözünün aşağısındaki karanlığa baktı. Yolculuğun, H.’nin tahmin edemeyeceği kadar uzun olacağını düşünüyordu ve planlarını buna göre yapmıştı. H.’ye bakmadan cevap verdi.
“Torba!.. Öte beri var sadece. Yolda lazım olur diye...”
“Yol mu?! Ne yolu oğlum! Arabaya neden bindiğimizi bile bilmiyorum!”
“Tamam abi ya, lütfen sakin ol. Hepsini anlatacağım. Sen sür hele.”
“İyi!.. Peki!.. Nereye gidiyoruz?”
“Uzağa... Buradan mümkün olduğunca uzağa!..”

(Bu sırada başka bir zamanda ve başka bir mekanda...)

“Nedenini bilmediğimiz şeyler yazıp çiziyoruz. Bunun sonu nereye gidecek, hiç kimse bilmiyor. Belirsizliğin verdiği bir tür sarhoşluğa kapılmış yuvarlanıyoruz. En korkuncu da doğrudan geleceğe yuvarlanıyor oluşumuz. Ruhlarımızdaki karanlığı geleceğe akıtıyoruz.”
“Yapacak başka ne var ki? Durmamızı mı yeğlersin?”
“Belki de en doğrusu bu: Durmak!”
“Hayır bayım, bunu onaylayamam. Durmak ölmekle eşdeğerdir. Ölüm bize göre olamaz.”
“Hayır! Hayır! Bu ölmek değildir! Aksine, biz zaten ölüyoruz, hatta ölüyüz! Bana kalırsa bütün aktiviteleri, bütün eylemleri hemen durdurmalıyız. Geleceği yıkıyoruz. Hem de sırf kendi kirli varoluşumuzun sürekliliği uğruna. Bu çok büyük bir hata! Gelecek olmazsa bizler de olamayız!”
“Gelecek dediğin nedir senin?! Gelecek diye bir şey yok ki! Onu biz yaratıyoruz işte. Eğer biz duraklarsak gelecek de olmayacak.”
“Hayır anlamıyorsun, yanılıyorsun, yanılıyoruz. Üzerimizdeki gözü hissetmiyor musun? Bu başka milletlerin, başka dünyaların hesabını tutmaktan da öteye geçti artık. Üzerimde kendi gözlerim dolaşıyor ve beni her saniye defalarca idama mahkum ediyor bu gözler.”
“Bana bak!.. Ben kimim biliyor musun? Ben tanrıyım! Bunu aklından çıkarma sakın, ben tanrıyım! Benim iznim olmadan kimse seni idam edemez! Anladın mı?”
“İşte hata burada! Sen tanrı değilsin arkadaşım. Tanrı bizden umudu kesip çoktan gitti buralardan. Yalnız kaldık. Tek başınayız! Anlıyor musun, bütün bu karmaşa bu yüzden işte!”
“Kes artık saçmalamayı!.. Herşey yoluna girmeye başlamışken... sus artık! Farkında mısın bilmiyorum, açıkça hainlik ettiğini düşünmeye başlıyorum!”
“Allah’ın belası ahmak! Ne bok yediğin umurumda bile değil! Biz başlattık bunu, ancak biz durdurabiliriz. Ve ben de bunu yapacağım!”
“Pekala, anlaşıldı! Cezalandırılmadan kulüpten ayrılmana yardım edeceğim!..”
“Hayır ahmak herif!.. Kulübü kapatmaktan, bütün yayınları durdurmaktan ve bütün dokümanları yakıp yok etmekten söz ediyorum. Ve bunun hemen yapılmasından...”
“Çıldırmış olmalısın! Kulübü kuran üç kişiden biri olduğunu bilmesem, hemen, şuracıkta ben kıyardım canına. Bu yüzden söylediklerini duymazlıktan geliyorum. Ve bu konuşmaya hemen son veriyorum.”

Adam sert ve kızgın tavırlarla şapkasını masanın üzerinden aldı ve başına koydu. İsteksizce selamladı ötekini. Ve büyük adımlarla masadan uzaklaştı. Kahveden çıkmıştı. Masada oturan adam bir süre hareketsiz kaldı. Birden aklına bir şey gelmiş gibi aceleyle fırladı oturduğu yerden. Masaya bir banknot bıraktı ve siyah melon şapkasını da alıp hızla ayrıldı kahveden. Adamın ardından kapı kapanalı henüz birkaç saniye geçmişti ki, dışarıdan gelen, cam kırılması ya da demir dövülmesini andıran büyük bir gürültü kahvenin camlarını titretti. İçeridekiler, yıllardır bu ânı bekliyormuş gibi coşkulu bir kıyamet bilinciyle aynı anda yerlerinden fırlayıp kapıya doğru koşmaya başladılar.
Güneş batalı bir saati aştığından ortalık iyice kararmıştı; sokak lambalarıyla aydınlanan meydanın ortasında yoğunlaşmakta olan kalabalık zar zor seçilebiliyordu. Az önce kahveden çıkan adam, başındaki siyah melon şapkayı sağ eliyle sıkıca tutmuş kalabalığa doğru, koşmadan ama büyük ve hızlı adımlarla ilerliyordu. Gürültü meydanın tam ortasında dikili duran altın kaplamalı büyük heykelden gelmişti. Heykelin betona çarpıp paramparça olduğunu gören insanlar, bir taraftan gürültünün sebebini öğrenmiş olmanın huzurunu yaşarken öte yandan bunu kimin neden yaptığını tahmin etme yarışına girişmişlerdi. Bu sırada meydandaki kalabalık gittikçe artıyordu. Kahveden daha önce çıkan adamla, onunla tartışan ve daha sonra çıkan siyah melon şapkalı adamın kalabalığın içinde yeniden buluştukları görüldü. Birbirlerine bağıra bağıra bir şeyler söylüyorlardı. Bu sırada, belli bir yükseklikten bakılmadıktan sonra kolayca görülemeyecek başka bir hareket daha başlamıştı meydanda. Az önce heykeli yıkıp parçalayan kalabalık, aralarındaki bu iki adamın münakaşasıyla yakından ilgili gibiydiler. Adamların etrafında yavaş yavaş belirmeye başlayan bir helezon oluşuyordu. Sanki bu iki adamın tartışmasının sonucunda her şey belli olacaktı: Ya dünyanın sonu gelecek, ya da herkes kurtulacaktı.

(Yine bu sıralarda, zavallı bir zamansızlıkta...)

Kara Bayram merdivenin başında oturmuş, annesi ve Haceli arasında geçen mertlik oyununu, oyuna dahil olamayan çocuğun küskünlüğüyle izlemekteydi. Bir kadınla muhatap olmak zorunda kaldığı için, Haceli, sinirli ve çaresizdi. Bayram’ın da müdahale etmesini, sözün bitmesini ve kavga çıkmasını istiyordu besbelli. Çünkü kardeşleri de yanındaydı ve tek başına başa çıkamayacağını çok iyi bildiği Kara Bayram’ı güzel bir dayakla alt edip evini oraya, Kara Bayram’ın evinin önüne dikebilecekti. Fakat Bayram, anasının sözünden çıkmıyor, hiç sesini çıkarmadan merdivende oturmuş sert sert bakıyordu aşağıda olup bitene.
Televizyonu kapattı. Bir süre kımıldamadan boş ekrana baktı. Televizyon seyretmenin bir faydası olmadığını itiraf etti kendine. Aniden koltuktan kalkıp antreye çıktı. Yarı bilinçsiz hareketlerle portmantoya asılı duran mavi yağmurluğunu da alıp evden çıktı. Apartmanın önündeki küçük bahçeyi hızlı adımlarla geçti. Niyeti en yakın otobüs durağına kadar yürümek, belki de koşmaktı ama, babasının arabayı yanına almadığını, apartmanın önündeki küçük bahçeden çıktığında anlamıştı. Birden karar değiştirip arabaya bindi. Yağmurluğu aldığına pişman olmuştu ama eve tekrar dönmeye de cesaret edememişti. Yedek anahtarını yuvasını sokup arabayı çalıştırdı. Bir kaç dakika için de evden ve sokaktan uzaklaşmıştı.
Kafası karışık, ya da çok hızlı düşünmekte olan, ya da sadece acı çekiyor olan birisinin yürürken adımlarının dolaşması gibi, M. de, arabayı ne yöne doğru sürdüğünün ayırdında değildi. Kafasında sadece, evinden ve televizyondan uzaklaşma arzusu vardı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilemiyordu ama bilinci yavaş yavaş yerine gelmeye başladığında, yolun sağ tarafının deniz olduğunu farketmişti. Öyleyse sahildeydi. Yağmur yağmıyordu ama yolların kaygan olması, arabanın hızını daha fazla artırmasını iyiden iyiye tehlikeli hale getiriyordu. M., ruhunu bu kadar daraltan olayı yavaş yavaş anımsamaya başlıyor, öğlen saatlerinden beridir neyden ve niçin bu kadar kaçmaya çalıştığını yine yavaş yavaş sormaya başlıyordu kendine. Sorular ve cevapları ne kadar yavaş gelip gidiyorsa, arabanın hızı da o denli artmaktaydı. Göstergeye en son baktığında ibre yüze varmıştı. Ve en son baktığından bu yana hızının bir hayli arttığını M. çok iyi biliyordu. Sorunun “zaman” olduğunu söylemişti kendine. Daha doğrusu kendine söyleyebildiği ilk söz bu olmuştu. “Sorun zaman ve kadın ve uyumsuzlar kralı olan ben,” diye söylenmişti. Başka bir adamı, sevgilisini yanağından öperken görmesi, bu yüzden sevgilisiyle tartışması, tartışma esnasında kadının ona “İlkel!” olduğunu bağırması ve bu andan itibaren tuhaf bir refleks gösterip sürekli susmasıydı sorun. Sorun, olayın üzerinden bu kadar saat geçmesine karşın halen ağzından tek kelime dahi çıkmamış olmasıydı. Kadının haklı olduğunu kabul ediyordu. “Modern” bir dünyada, daha doğrusu modern bir zamanda yaşadıkları savını düşünüyordu. Ve bu modern denen şeyin, kıskançlık denen duyguyla bir türlü uyuşamaması, bu duyguya bir türlü hal çaresi bulunamayışı gibi çıkmazlarda yuvarlanıyordu. Kadınının başka bir erkekle tensel temasta bulunmasını yadırgamamasını gerektiren, bunu normal karşılayacak bir bilinç... Bu bilince yabancı değildi, hatta bunu içselleştirmiş olduğu da söylenebilirdi M.’nin. Fakat mantığının onayladığı bu gerçekliğe yüreği, acı çekerek isyan ediyordu. Yüreğinin dilinin acıdan başka bir şeye dönmemesine sadece susarak tepki verebiliyordu M.. Önündeki bir yol ayrımı değildi çünkü. Öyle olsa seçmenin sorumluluğunu yüklenir ve bir yolu seçebilirdi. Bu tam anlamıyla bir çıkmazdı, hareketin sonlanması ya da yinelenmesi, sonsuza kadar yinelenmesi gibi bir çıkmaz. Durduğunu hissediyordu; ve durmak, her şeyin bitmesi gibi geliyordu M.’ye. Aşk bitiyordu, ya da başka, tuhaf bir şekle bürünüyordu. Ve tabii bütün bunlar sadece onun kafasının içinde olup bitiyordu. Kadını şimdi başka bir yerde başka bir şeyle meşguldü. Ve M. itiraf ediyordu yine kendine, aslında sorun, kadınının onunla aynı zamanda yaşamıyor oluşuydu. Ki bu yüzden onu suçlayamıyordu da, çünkü kadına, o zamanı yaşarken eşlik eden, ve sırf bu yüzden bile olsa onu haklı çıkaran koskoca bir kalabalık söz konusuydu. Yanlış zamanda yaşayan kendisiydi. Ama yine de ortadaki suçu yükleyebileceği bir özne bulamıyor, kendini faili meçhul bir cinayetin tanığı gibi hissediyordu.
En son bunu düşünmüş ve ardından mırıldanarak söylemişti de: “Faili meçhul bir cinayetin tanığı gibiyim!” İşte tam bu anda, hızının saatte 160 kilometreyi geçtiğini bilemediği o anda, zamanı ve mekanı bütünüyle anlamsızlaştıracak sertlikte bir şey oldu: Bir kaza.
Kırmızı ışıkta bekliyormuşçasına durgun hissetti kendisini. Sanki bir yaya geçidi vardı ve o arabasıyla durmaktaydı geçidin önünde. Ve yayanın ya da yayaların, caddenin sağındaki kaldırımdan solundakine geçmelerini bekliyor, beklerken de onlara bakıyordu. Oysa yaşlı bir adam ve köpeğinden başka kimsecikler yoktu ortada. Adamın siyah bir pelerini ve siyah bir şapkası, köpeğin de kahverengi tüylerine inatmış gibi duran siyah bir kafası olduğu halde ikisi de altın sarısı bir renkle parlıyorlardı. Yola indiklerinde, M., hareketlerinin çok fazla düz ve katı olduğunu düşünmüştü. Bu halleriyle birbirine bitişik iki küçük heykele benziyorlardı. Dikildikleri meydanı beğenmeyen ya da kendilerini ummadıkları bir yerde bulan iki heykel gibi şaşkın ve donuk bakıyorlardı. Sanki hem o yaşlı adam, hem de köpeği, oraya, o âna ait değildiler. Sanki yaya geçidinden geçen hiç kimse yoktu. Sanki yaya geçidi ve ışık da yoktu ve M.nin arabası orada durmamıştı bile. Bir fotoğraf makinesinin flaşının patlamasından kat kat küçük bu zaman diliminde, M.’nin algılayabildiği tek şey, arabanın bir şeye çarpmış olması ve ön camdaki kan lekesiydi. Yaşadığı sarsıntıya bir türlü anlam veremeyen M., arabasının hızını hiç azaltmadan yola devam ediyordu ama zamanın ve mekanın o noktasından geçmeden önceki M. ile, geçtikten sonraki M. arasında çok büyük bir fark olduğunu, bilmediği ve anlamadığı bir dilde gelen bir vahiymiş gibi hissediyordu artık. Kazanın gerçekleştiği noktadan hızla uzaklaşırken M., birden korkunç bir suç duygusuyla ürperdiğini hissetti. Tıpkı sevgilisiyle yaşadığı sorunu düşünürken hissettiği gibi meçhul bir cinayete tek başına tanık olmanın verdiği suç duygusuydu bu. Olanlar bir kazaydı, evet, ama başıboş bir suçluluk duygusunun varlığını da kimse yadsıyamazdı artık. Çünkü o andan itibaren M.’nin kalbine yakın bir yerinde, gelecekte buna “vicdan” adını vereceği, silleri de olan bir tortu oluşmuştu.

(bambaşka bir zamanın en soğuk sabahında...)

Formalarının sırtında Türkçe olmayan bil dilde “Çöpçü” yazan adamlar vardı sadece meydanda. Kahve dahil bütün dükkanlar ve mağazalar ve hatta güneş dahi mesaisine başlamamış, meydana çıkan caddeler ve sokakların neredeyse tümünde, neredeyse tümü çalışıyor olan sokak lambaları hala yanmaktaydı. Karanlık, gökyüzüne yerleşmeye başlamış, henüz esnemekte olan güneşin uyanışını andıran sarımtırak bir ışık kütlesinin ve sokak lambalarının ve biraz da yerlere saçılmış gazete kağıtları ve bildiri artıklarının dışında, ıslaklığıyla gözyaşını andıran altın sarısı taş parçacıklarından yansıyan ışıkla eriyor ve çöpçülerin yeşil saplı süpürgelerine takılıp torbalara, oradan da sanayi devriminin ve makineleşmenin ve teknolojinin en vahşi sonucu olan ÇÖP ARABALARININ arkalarındaki o baş döndürücü mekanizmaya bırakılıyordu. Çöpçüler tarihi bir görevi yerine getirir gibi suskun ve uykusuz olmakla beraber, az önce veteran olmuş ve madalyasını omzuna çaktırmış generallerin sertliği ve titizliğiyle işlerini bitirmiş, şehrin bütün sokaklarından süpürerek bu meydanda topladıkları gecenin bütün pisliği ve karanlığını ortadan kaldırmışlardı. Çöp arabalarının içine katı kütleler halinde bırakılan çöpler, “mükemmel” işleyen mekanizmalar sayesinde güzelce öğütülüyor ve aracın içteki asıl büyük bölmesine akıtılıyordu. Belki bu öğütme mekanizması olmasaydı, çöplerin arasına karışmış ve orada unutulmuş siyah melon şapkanın eriyip yok olmasına, unutulup gitmesine engel olunabilecekti. Fakat o meydan, melon şapkayı da o çöp arabasıyla birlikte kendinden uzaklaştırmayı başarmıştı. Eritip şeklini değiştirerek, bir bakıma da yok ederek.
Çöpçüler ortalıkta hiç karanlık kalmadığından emin olduktan sonra arabalarına binip direksiyondakilere işaret verdiler. Ve ÇÖP ARABALARI, büyük gürültülerle ve büyük hızlarla meydanın doğusuna, şehrin doğusuna, ülkenin doğusuna, o coğrafyanın doğusuna doğru, sanki tarihin sonuna doğru ama... tam da güneşin gözlerini açtığı noktaya doğru ilerlediler.

(hiçbir yerde ve hiçbir zamanda!...)

“Yani bir kaza yaptığından emin bile değilsin, öyle mi?”
“Hayır be oğlum, kazadan eminim. Sadece neye çarptığımı, yani neyi öldürdüğümü bilemiyorum.”
“Çok tuhaf... Zaman durmuş gibi oldu, öyle mi?”
“Durmuş gibi olmak değildi abi ya, sanki orada zaman yoktu... Bilmiyorum... belki de zaman sadece orada, yani o anda ilk defa varoldu. Ve ben de...”
“Sen de ne?..”
“Sanki... Şey gibi!.. Sanki öldürdüğüm şey zaman gibi bir şeydi.”
“Nasıl yani?!”

“Viraja dikkat et!”
“Hassiktir!..”
“Tamam, sakin ol, ucuz atlattık.”
...
“Seni anlamıyorum be abi!”
...
“Bak güneş doğuyor.”
“Nerdeyiz şu an?”
“Tekirdağ’a geldik sayılır... Dönelim mi?”
“...”
“Dönelim mi dedim?”
“... Bilmiyorum ya, bilmiyorum!.. Off! Daha fazla uzaklaşmak istemiyorum artık. Ama geri dönmek de çok saçma geliyor, bunu da istemiyorum abi!”
“Duralım öyleyse!.. Ha-ha-ha!..”

Kategori: