UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



(Evdeki) Yaratık

15 Ara 2008
orumceq

“Bir kriminal vakaydı seni düşünmek ya da düşmek içine...
Aya bakmak istedim, aya bakmak ve aynada artık yansımayan sûretime.
Ölmek arzusunun öldürme dürtüsüne dönüştüğü o yer, kentin en karamsar bulvarı burası, sisli ve ışıksız.”

İçeri girer girmez kapıyı kapattı ve düşmekten son anda kurtulmak istermiş gibi sırtını kapıya yasladı. Kesik kesik ve derinden soluk alıp veriyordu. Korkusu geçmek bilmiyordu. Yaratık her an kapıyı zorlayabilirdi. Eve girmiş olması kendini güvende hissetmesine yetmedi, çünkü ne tür bir şeyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu. Onu görmemişti. Rengini dahi bilmiyordu. Boğulacak gibi oluyordu nefes alıp verirken. Evden biri yardımına gelse belki de bütün bu kabus bir anda sona erecek ve rahatlayabilecekti. Ama hiç ses yoktu. Sanki evde kimse yoktu, sanki yalnız yaşıyordu ve sanki ev sadece bu küçük antreden ibaretti.

Dört metre yüksekte tavana asılı büyük avizedeki onlarca mercekten yansıyan yüzlerce ışık kümesi odanın duvarlarını aydınlatmıştı. Osmanlı motiflerini andıran İtalyan modeli mobilya takımları göz kamaştırıyordu. Duvardaki büyük saatin tik takları dışında sessizlik, ışığı bile ezecek kadar yoğundu. Hilmi Bey oturduğu tekli koltukta volkmenden müzik dinliyordu. Hilmi Bey’in kızı Derya Hanım çeyizlik dantel işliyordu. Derya Hanım’ın oğlu Celil okuldan henüz gelmiş, antrede ayakkabılarını çıkarıyordu. Derya Hanım’ın kocası kendi evinde, kendi salonunda ve kendi koltuğunda tek başına oturmuş puro içiyordu. Evde başka kimsecikler yoktu.

Celil, evde kimsenin olmamasına sevinmesi gerektiğini düşündü. Bu korkusunu azdıran bir düşünceydi ama yine de sevinci korkusundan daha büyük bir gerçekti. Alnındaki teri pardösüsünün koluyla silip sırtını kapıdan kurtardı. Ayaklarını kullanarak ayakkabılarını çıkardı ve hiç düşünmeden mutfağa girdi.

Apartmanın Şişli’de ya da Halıcıoğlu taraflarında bir yerde olması muhtemel. Büyük olasılıkla altı ya da yedi katlı bir apartman bu. Çok yaşlı sayılmaz, en fazla on senelik bir bina. Kapıcı gereksinimi duyulmayanlardan. Büyük demir kapısı olan ve her katta karşılıklı kapıları olan ikişer daireden oluşmuş bir apartman. Öykünün geçtiği ev bu binanın en üst katındaki bir daire. Kapı numarası on altı. Salon penceresi büyükçe, Haliç’in neredeyse yarısını görebiliyorsunuz. Ve salon penceresi, Haliç’i gören diğer dairelerin pencerelerine göre iki metre daha yakın Haliç’e. Evin salonu, aynı dikey çizgide bulunan diğer dairelerin salonlarına göre iki metre daha büyük. Muhtemelen uçuk bir tasarımcının marifeti. Herhangi bir çekül sorunu yaşanmayacak şekilde tasarlanmış. Mutluluk ya da mutsuzluğa fazladan etkisi olmayan bir sıra dışılık var bu apartmanın on altı kapı numaralı dairesinde.

Cümle kapısını elimle ittim. Şükür ki kilitli değildi. Anahtarımı aramakla kaybedecek bir saniyem bile yoktu çünkü. Okuldan, sınavdan nasıl çıktığımı, otobüsteki o uzun ve terli yolculuğu nasıl atlatabildiğimi hatırlayamayacak kadar uzağım olup bitene. Öyle ki, bu benim çevrem mi, yoksa başkasının kara sularında mı geziniyorum emin değilim. Eve varmalıyım, evime, odama. Birden üzerime çullanan boğucu bir sıcak ve toz-duman var. Tiksintiden başka hiçbir şey hissetmiyorum. Susuzluğum sadece sıcaktan ya da hararetten gelmiyor, suya, sanki bana yaşam verecek bir iksirmiş gibi ihtiyacım var. Eve varmalı ve su içmeliyim!
Demir kapı kapanırken öyle bir ses çıkardı ki berbat bir sınavın ardından beliren o zifiri karanlık gelecek ve gelecekle ilgili kaygılar ve korkular bir ayakkabı topuğuyla ezilen küçük bir hayvanın beyhude yaşamıymış gibi bir anda sönüverdi. İç içe böylesine düzenli olarak geçen ve bu geçişten bu kadar düzensiz ve kulaklara eziyet edecek kadar şiddetli bir ses çıkaran daha başka bir metal aksam düşünülemez! Ses, hemen ardından omuzlarıma çöküveren apartman karanlığının tek açıklamasıydı sanki. Yani bir anda her yanımı saran o korkunç ve kalabalık karanlığın başlangıç düdüğü gibiydi demir kapıdan çıkan bu ses. Ve bir yarıştı bu başlayan. Asansörsüz bu lanetli apartmanın en üst katında yaşayan ben ve benimle birlikte merdivenleri tırmanacak olan bütün başka benler arasında geçecek olan kıyasıya bir yarış. Ağlamak isteyen ben, terlemiş olan ben, korkan ben, su içmek isteyen ben, annesini özlemiş olan ben, analitik geometri dersi hocasından nefret eden ben, S.’ye aşık olan ben, yalnız ben, politik ben, ruh hastası ben ve asıl ben. Apartmana girdiğimde işkencenin biteceğini ummamıştım tabii ki, ama birden bu kadar şiddetli bir karanlığa gömüleceğimi de beklemiyordum. Eve varmak ve sığınmak özlemimin apartmanın kapısından girince artacağını biliyordum ve bu özlemin bana güç vereceğini ve eve daha çabuk varacağımı sanıyordum. Oysa dışarıda tedirginlikten ibaret olan terlemelerim şimdi büsbütün korkuya dönüşmüştü. Asansörü olmayan bir apartmanın en üst katındaydı evim. Tırmanmam gereken uzunca bir merdivenler dizisi vardı önümde, onlarca basamak. Demir kapıdan gelen o metalik patlama sesi ve birden kendimi içinde bulduğum karanlık, apartmana girmiş olarak eve asla varamayacağımı hissettirdi bana. Önümde yükselen bu merdivenlerin ucunda bir ahşap kapı olduğunu, o kapıyı açınca içine gireceğim apartman dairesinin benim evim olduğunu hatırlattım kendime. Durmanın faydası olamazdı, adım atmalıydım. Ama önce ışıkları yakmalı ve korkumu sarı da olsa bir ışıkla bastırmalıydım. Umut veren şey korkunun ele avuca sığacak bir nedeni olmamasıydı. Parmağımla düğmeye bastım ve bütün apartman, bütün merdivenler aydınlandı. Çok fazla şey ummuştum, bundan olacak…
Korkunun etkisiyle hüznüm kedere dönüştü ve gözlerim doldu. Bunca zayıflık takatsiz bırakıyordu beni. Yolumun üzerinde evime varmamı engelleyen bir yaratık vardı, ışığı açınca onu gördüm! Kederim ıstırap oluyordu; evime hiçbir zaman varamayacağım, biliyorum. Bu yaratık hiç ilkel değil ve bir şekli, bir rengi yok. Öyle ki, renksiz bile değil. Ağlıyorum ve kimsenin görmediği bu zavallılığımdan ötürü utanç duyuyorum. Sadece evime gitmek istiyorum, ve bir bardak su içebilmek! Mutlaka sükuneti yakalayabileceğim bir an gelecek, zaman bana bu iyiliği yapacak. Ve mutlaka korkularımı ve acımı hesaplaşılabilecek kıvama getirebileceğim kafamda, o an’ın içerisinde. Ama o an’a ancak ve ancak evimde kavuşabilirim. Evime ulaşmalıyım. Bunun için o yaratıkla karşılaşmayı göze almak zorundayım.
Bir sürü basamak geçtim ama her adımda biraz daha dikleşiyor ve biraz daha bitimsizleşiyor yol. Ve her soluğum, her adımım arkamda ve önümde yankılanıyor. Yaratık benimle birlikte yol alıyor ve beni taklit ediyor. Amansız bir dövüşçü! Her hareketimi taklit ediyor ve böylece yapacağım bir hareketi önceden kestirebilecek yetkinliğe erişecek. Durmalıyım!
Oysa o benden önce durdu!.. Korkum bütünüyle tanımsız artık. İçimden gülmek de geliyor ağlamak da. Kontrol kimin elinde bilmiyorum ama buradakilerin değil, bundan eminim. S.’yi düşünmeye çalışıyorum: Çok çok çok anlamsız bu! Korku aşk’ın heyecanını da ezip geçiyor. Korku sebebini, kaynağını bile eziyor; karanlık bile anlamsız artık. Bu zavallı sarı ışık sadece duvarlar için. Dönen, kıvrılıp bükülen duvarlar için bu sarı ışık. Keşke bu kadar yalnız olmasaydım! Keşke üzerimde bir çakı olsaydı...
Orada, apartmanın cümle kapısıyla evimin, yani yaşadığım o apartman dairesinin ahşap kapısı arasındaki mesafede çömelmiş oturan bir hayvan gibi bu boşluk duygusu. İçerisiyle dışarısı arasında kalan ve bu ikisine de dahil olmayan bir alanda yaşayan bir hayvan gibi. Ve ben evin içerisine girebildiğim zaman onu hiç düşünmüyor, hiç anımsamıyorum bile. Hafızamda yer etmeyen bir yaratığın varlığına kim tanıklık edebilir ki. Ben evdeyken yaratık yok oluyor. Ben dışarıdayken de yaratık yok oluyor. Ne zaman apartmandan içeri girsem hemen kendini belli ediyor. Yaratığın kendine özgü bir varoluşu yok. Ben ne kadar varsam, o da o kadar var oluyor. Yani bu şekilsiz ve renksiz hayvan benden başka birilerine de böyle zarar veriyorsa bundan kesinlikle sorumluyum. Ve evet, korkarım bu doğru, hayvan sadece bana zarar vermiyor. Erdal’ın bugün kantinde anlattıkları bunu doğruluyor. Gecekondudan bozma bir evde yaşıyor Erdal. Dindar bir ailesi var. Çok iyi elektro gitar çalıyor ve Slayer, Manowar gibi grupları dinliyor. Ailesiyle sürekli zıt düşüyor yaşamı algılayış biçimlerini karşılaştırınca. Yeterince özgür olamadığından yakınıyor. Ama bana bunlardan bahsetmedi. Bana içindeki büyük boşluk duygusundan bahsetti. Ailesinin bütün fertlerinin bir trafik kazasında öldüğünü hayal ettiğini ve sonrasında kendisinin ne yapacağını düşündüğünü anlattı. Bir sürü tedirgin cümle sıraladı artarda. Ben tepki göstermeyince sustu ve bir süre konuşmadı. Sonra saçmaladığını söyledi. Bunların hiçbirisini yapmayacağını, aslında ailesi yok olursa ne yapacağını bilemediğini söyledi. Şu an kendini tanımlamakta kullandığı sosyal durumun aslında onun ihtiyacını karşılamadığını, takındığı tavrın yalnızca bir tepki olduğunu, kafasında kurduğu bir öteki’ne karşı başka bir öteki geliştirdiğini söyledim ona. Bu şekilde yaşadığın bulantıyı üzerinden atman mümkün değil çünkü kendin olmaktan kaçıyorsun dedim. Kendin dediğim şeyin nasıl bir şey olduğunu sordu. Bu soruyu hiç beklemiyordum, cevabını bildiğimden hiç kuşku duymadığım, bu yüzden de cevabını unuttuğum bir soruydu sanki. ... Sınav sırasında da aklıma gelmişti bu soru. (...) Önümdeki kağıtları buruşturup apar topar amfiden çıktığımda, terlemeye başlamıştım bile. Ne hocanın bana bağırışını ne de arkadaşlarımın şapşal şapşal beni izleyişlerini görebilmiş, duyabilmiştim. Önce amfiden, sonra da fakülteden çıkıp kendimi otobüs duraklarına atmıştım. Tam otobüse binerken yarıda bırakıp çıktığım sınavın, kaldığım takdirde okulun kafadan bir yıl daha uzamasına sebep olacak olan analitik geometri dersinin final sınavı olduğunu ayırdedebilmiştim. Ve terlemem ivmelenerek artmaya başlamıştı. Okulda her zaman ahkam kesebilirdim. Anlamsızlık, en çok anladığım ve söz söylediğim konulardan biriydi. Ama bugün yine, Erdal’ın sorusu karşısında aynı çıkmazı yaşadım. Söz konusu olan bir büyük anlamsızlık değil de benim anlayışımdaki bir noksanlık da olabilirdi. Apartmana girdikten ve merdivenleri o hayvanın adımlarını taklit ederek tırmanmaya başladıktan sonra alabildiğine gür sesle kulaklarımda çınlayan hakikat: karanlığa fazlaca alışmış gözlerin bir türlü göremediği anlamlı bir kaç sözcük... Su!..

Mutfaktan çıktım ve salona girdim. Annemin televizyonun karşısındaki koltukta oturmuş dantel işlediğini hayal ettim. Ve dedemin koltukta bağdaş kurup tespih çekerek musiki dinlediğini. Bu kadar sıradan bir apartmanın bir dairesini bu kadar sıra dışı yapan ne olabilirdi? Bizim evimizin salonu neden böyle tuhaftı? Diğer dairelerin tavanları en fazla üç metre yükseklikteyken bizim salon nerden baksan beş metre vardı. Ve şu lanet çıkıntı...
Kız kardeşimin odasına gitmek istedim. Biraz şakalaşıp kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı. Fakat koridora girince kendimi durduramadım ve odama kadar yürüdüm. Elimle kapının kolunu tuttum ve sessizce içeri süzüldüm.

* * *

KOMA

“Sana bir mektup yazmak istemiştim. Normal kalem ve kağıtla yani. Bildiğimiz sarı zarflardan birinin içerisine koyup aynı postaneye gidecek ve sana gönderecektim mektubu. Masanın başına geçip beyaz bir kağıda basmalı kurşun kalemle bir şeyler çiziktirdiğimi de saklamıyorum. Ama olmadı işte, o sarı zarflardan bir tanesine daha dokunmaya cesaret edemedim. Yine bilgisayarın başındayım ve yazıyorum. Senin bu kadar uzakta olmanı kafam almıyor artık. Mesafeler, bu uzaklıklar, ufunetler gibi üşüşüyorlar başıma. Uyumamak için saatlerce direniyorum geceye. Yıllar öncesinin o bildik bulantıları midemle yüreğim arasında gidip gelen bir kramp gibi yaşıyor içimde. Okulu da, yazmayı da bıraktım. Her gün on saat çalışıyor ve kazandığım parayı biriktiriyorum. Annemlerle de ancak ayda bir görüşür oldum. Geçenlerde babam yine kalp krizi geçirince birkaç gün onlarla kalmam gerekti. Ama dayanamadım o birliktelik duygusuna. Bana dost kalmamız gerektiğinden bahsettiğin karabasan ikindi vaktini anımsıyorum. Biz birbirimize çok benziyoruz demiştin. Ayrı ayrı yaşamamız hak değil demiştin. Doğru da söylüyordun. Biliyor musun, çok tuhaf bir şeydi seni dinlerken yaşadığım çelişki. Yeniden birlikte olamayacağımızı, bir daha asla bir araya gelemeyecek iki ayrı parça olduğumuzu o kadar kesin bilmeme rağmen o sözlerin beni nasıl mutlu ediyordu dinlerken, keşke şimdi o coşkunun bir zerresini olsun yaşayabilseydim! Oysa sen sözü dostluğa getiriyor ve aynı anda hem başıma hem de ayaklarıma ağır darbeler indiriyordun.”

Sigarasını tabladan alarak ayağa kalktı. İstem dışı bu hareketinin devamını getirmekte zorlandı bir an. Ayakta kısa bir süre hareketsiz kaldı. İhtiyacı olan şeyin bir ses olduğuna karar verebildi sonunda. Dolabın gözlerini karıştırıp aradığı albümü buldu: Massive Attack, Karma Koma çalıyordu. Aynı şarkıyı yineleyen ayarı da yaptıktan sonra masanın başına yeniden geçti.

“Senden uzaklaşmak fikri beni deli ediyordu. Ama bu şekilde süremeyeceğini ikimiz de biliyorduk. Beni aldatmış olman değildi tek mesele, bunu da biliyorduk. Ki yaptığına aldatmak da denilemezdi. Birbirimize vakit ayıramıyorduk, daha doğrusu sen bana vakit ayıramıyordun. Bütün hayatın yazı olmuştu. Evet, belki de hâlâ kendimi kandırıyorum. Sorun kıskançlık gibi bir şey de değildi. Birbirimizi görüyor, biliyorduk ama hiçbir zaman aynı yerde olamıyorduk seninle. Oysa seninle biz aynı topraktan yapılmıştık. Benim ailem senin ailene benziyordu. Babam senin babana, annem annene. Ama sen bir türlü görmek istemiyordun benim yaşadığım korkuyu. İçine düştüğüm sonsuzluk korkusunu hafife alıyordun, geçer nasılsa diyordun. Oysa ben karanlıktan artık seni bile göremez olmuştum. Üzerimde kaldıramayacağım büyüklükte bir baskı vardı ve senin bana sarılışın, beni öpüşün yetmiyordu korkumu dindirmeme. O romanı vermiştin okumam için. Evet, tam isabetti, o romandaki çocukla aynı türden bir korku yaşıyordum. Ama yaşadığım korkuyu başkalarıyla paylaşıyor olduğumu bilmek beni rahatlatmadı hiç. Bana âşıktın, hiç kuşkun olmasın, ben de sana âşık oldum. Ama bu karanlık kuyu aşkı bile söndürebiliyor işte!.. Yapayalnızım... Başka erkeklerle birlikte oldum. Duydum, sen hâlâ kimseyle olmamışsın. Ne değişir ki, uzaktasın işte, çok uzakta. Oysa dostluğun belki beni kurtarmaya yetecekti. Belki sendeki o coşkulu umuttan bana da bulaşacaktı. Ama olmadı. Dost kalalım dedim ben, ve sen bana ‘Annemle sevişmeyi tercih ederim.’ dedin. Senden korktum, kendimden korktuğum gibi korktum senden de!”

Canan duştan çıktı. Karma Koma çalıyordu. Televizyon açıktı. Bir tartışma programı vardı. Kadınlara zina yasağının kalkmasını tartışıyorlardı TV’de. Kumandayı alıp televizyonu kapattı. Diğer kumandayla müziğin sesini açtı. Salonun büyük penceresini örten perdenin açık olduğunu farkedip irkildi. Bornozunun önünü sıkıca tutarak perdeye doğru yürüdü. Tülle birlikte perdeyi yarı ıslak eliyle tutup çekti. Gerilen tülün arasından yere bir şey düştüğünü gördü. Koltuğu itip ne olduğuna baktı. Yerdeki şey siyah ve kabuklu bir böcekti. Canan koltuğu çekince böcek hızla yürümeye başladı. Ayakta kımıldamadan durup onu seyretti. Böcek bir süre serseri adımlarla oradan oraya koşuşturdu ve saklanacak bir yer bulamayınca parkenin üzerinde durdu. Bir ses duyuldu, müzik ister istemez kesilmişti sanki bu sesle:
“Kahve ister misin canım?”
Canan sanki sesi hiç duymamıştı. Yerde hareketsiz duran böceğe bakıyordu.
“Canan, aşkım kahve ister misin diyorum?” Ses yükselmişti. Canan sesi duydu.
“İyi olur canım.” diye zorlanarak seslendi. Ruhuna yayılan bu tuhaf kokuyu bastırmaya çalışıyordu sanki sesine yumuşak ve sevecen bir ton vererek. Başını hafifçe koridora doğru çevirmişti ama gözleri hâlâ böcekteydi.
“Sade mi olsun?” dedi içerdeki ses. Canan koridora baktı ve cevap verdi.
“Süt de katıver aşkım, zahmet olmazsa.”
Aceleyle çevirdi başını ve böceğe baktı. Yoktu, gitmişti.

“İnan ki o an bunu düşünmüştüm ben. Annemi ve kendimi çıplak bir şekilde yataktayken yani. O an midemin nasıl bulandığını bilseydin, bana arkadaşlıktan hiç bahsetmezdin, biliyorum. Ama o mide bulantısıyla birlikte aynı şiddetiyle senin aşkını uzun süre daha taşıdım içimde. Hâlâ da âşığım aslında ama seninle ilgili hiçbir şey kalmadı hafızamda. Aslında hafızamda ciddi bir problem yaşıyorum. Dedim ya, günde on saat bir robot gibi otomatik olarak yaşıyorum. Ne seni ne de bir başkasını, ya da başka bir şeyi düşünüyorum bu on saat boyunca. Yalnızca geceler var bana ait olan. Gece de olmasaydı, aşk büsbütün çekildi benden diyecektim. Üç tane sanal sevgilim var. Biriyle sadece cinsel bir ilişki yaşıyorum. Bir tanesi bana gerçekten âşık olduğunu söylüyor. Üçüncüsünün bir kadın olup olmadığından bile emin değilim. Çalıştığım yerde yaşadığıma dair tek sosyal kanıt bu sanal sevgililerim. Böyle bir kanıtı hangi mahkeme kabul eder bilemiyorum artık. Sen yoksun... Ve ben de yokum. Geriye kalanlarla yetinmek zorunda dünya. Bu söylediklerimi dinleyecek ve anlayacak bir aklı tasavvur bile edemiyorum artık. Anlamsızlıklar içerisinde zaten varolmayan anlamlı bir siyah noktayım. Siyah ve sert bir nokta. Tıpkı bir böcek gibi, hem ölüymüş gibi âtılım, hem de deliler gibi koşturup duruyorum. Sen yine perdelerini örtülü tut, ne olur ne olmaz.”

Cep telefonunun sesiyle parmakları tuşların üzerinde kilitlenip kalmıştı. Üçüncü defa çalana kadar da kımıldamadı. Telefona baktığında henüz toparlanmış, bilgisayardan ve yazmakta olduğu satırların dumanından sıyrılmış sayılmazdı. Boğuk bir sesle “Alo?” dedi.
“Abi acele gelmen gerek! Babam hastanede!”
“Hangi hastane?” diye sorabildi ancak. Apar topar çıktı evden. Telefonunu evde unutmuştu. Taksi durağına kadar koştu.
“Koşuyolu’na, olabildiğince acele yalnız. Bir hastaya yetişmem gerek.”
“Yollar boştur abi, tasalanma, yarım saat bile sürmez.”
“Ne yarım saati ya, koşsam daha çabuk giderim!”
“Tamam abi, merak etme sen.”
Taksi birkaç dakika içinde yüz kilometrenin üzerine çıkmıştı. Yolda üç kere son anda kurtuldular kaza yapmaktan. Ama yirmi dakika içinde hastanenin önüne varmıştı araba. Cüzdanından çıkardığı iki banknotu hiç bakmadan şoföre uzattı ve koşarak hastaneye girdi.
O içeri girer girmez kapının hemen yanında ayakta duran erkek kardeşi iki adımda abisinin yanına varıp sıkıca boynuna sarılmıştı. Koskoca adam hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kardeşinin hareketine karşılık vermekte gecikmişti ama babasının bu sefer kurtulamadığını anlaması kısa sürdü. İçinde, yine midesiyle kalbinin arasında bir yerde birden oluşan büyük bir boşluk belirdi. Her an biraz daha genişleyip derinleşen bir kuyu gibiydi bu ve zaman geçtikçe daha da doldurulmaz hale geliyordu. Eğer acele edilirse bu boşluğun daha da büyüyerek onu yok etmesine engel olunabilirmiş gibi, paniğe kapıldı birden. Kardeşinin kollarından kurtulmak ve kendini duvarlara savurmak istedi. İçinde karşı koymakta güçlük çektiği köpürmeler oluyordu. Boşluk büyüdükçe o da büyüyor ve patlamaya yüz tutmuş koca bir dağ gibi oluyordu. Birkaç metre ötedeki koltuklardan birinde oturmuş sessizce ağlayarak tespih çeken ihtiyar annesini görene kadar sürdü bu patlama arzusu. Ve birden kardeşinin, boynuna sarılmış ağlıyor olduğunu ayırt etti. Elleriyle kardeşinin kafasını tutup kendinden uzaklaştırdı. Sırılsıklam olmuş gözlerine ve yüzüne baktı. “Sabır kardeşim, daha fazla sabır.” dedi. Sesi güven vericiydi. Sesindeki güçlü tondan kendisi de etkilenmiş ve ağlama ihtimalini iyice uzaklaştırmıştı. Kardeşine sarılarak onu annesinin yanına doğru sürükledi. Ailenin en hayırsız çocuğu şimdi birden geçici baba rolünü üstlenivermişti. Kardeşini annesinin yanına oturttu. Kendisi de öteki yanına oturdu.

“Can, benimle olmaktan mutlu musun?” dedi Canan.
“Beklediğimden de fazla.” diye yanıtladı Can. Elini Canan’ın çıplak karnında gezdiriyordu. “Ya sen?” diye sordu. Canan cevap vermedi. Bir süre daha elini gezdirerek bekledi. Sonra durdu. Elini Canan’ın karnından çekmeye çalışıyordu ama bir türlü beceremiyordu. Sanki yapışmıştı oraya. Zorlayarak bir daha denedi. Canan’ın derisi kalkmaya başladı. Can elini ve parmaklarını çekiyor ve yapışkan deri de elle birlikte iyice kalkıyordu. Tiksintiyle Canan’a baktı. Gülümsüyordu. Sanki bir yaratığın gülüşüymüş gibiydi. Öfkeyle ayağa fırladı Can.
“Ne var, ne oldu gene!” Canan şaşırmış gibiydi bu tepkiye.
“Hiç!.. Ne oldu ki?”
“Off, ne istiyorsun Canan, nedir seni bir türlü tatmin edemeyen şey?!”
“Hiçbir şey sevgilim, neden sinirlendin birden?”
“Bana cevap vermedin!”
“Özür dilerim aşkım, dalmışım.”
“Dalmış mısın!.. Sana neler oluyor Canan, anlayamıyorum.”
“Perdeyi örterken bir böcek düştü yere, o takıldı aklıma, yani onu düşünüyordum.”
“Ne böceği?!”
“Böcek işte, bildiğin böcek.”
“Offff!.. Ben dışarı çıkıyorum!”
Acele acele giyinip gerçekten de dışarı çıktı Can.
Kapanan kapının sesini duyana kadar Canan, Can’ın çıkacağına inanmıyordu. Sesi duyunca sinirlenip yattığı yerden kalktı. Çırılçıplaktı. Müzik setinin kumandasını aldı sehpanın üzerinden ve sesi yükseltti. Karma Koma çalıyordu hâlâ. Az önce yerinden çektiği koltuğa oturdu. Eliyle bacaklarını okşadı. Nemli saçlarını taradı. Ayaklarını ortadaki zigon sehpanın üzerine koydu. Salon karanlıktı. Antrenin, Can’ın çıkarken açık bıraktığı ışığı sızıyordu içeri.
“Çok saçma.” diye mırıldandı Canan. “Hiç içeri giremedin ki sen.” Devamını müzikle aynı tempoda söylemişti. “Karma karışık her bir bok! Hepimiz komadayız ve kurtulma ümidimiz yok. Ama bekleme salonunda umut var. Ama bekleme salonunda kimse yok. Hepimiz komadayız. Kalp krizi bu, beyin travması bu. Hepimiz komadayız. Hiçbir saat çalışmıyor komadayız.” İki eliyle göğüslerini tutup sıkıyordu. Müziğe eşlik ederek mırıldanıyor ve oturduğu yerde kıvrılarak dans ediyordu.

“Artık korku kalmadı bende. Hiçbir galibiyet yaşamış değilim, yanlış anlama. Korkuyu unuttum sadece. Bütün herşey bu unutkanlık travmasıyla birlikte hallolmaya başladı işte. Seni de unuttum, aşkı da. Korkuyu unutunca herşey çok daha güzel oldu. Bütün taşlar yerlerine oturdu yeniden. Yüreğim yine-hâlâ ayazda ama etraftaki bu elektrikli soba sıcaklığı mutluluk veriyor. Acı çektiğine inanmıyorum. Ben de acı çekmiyorum artık. Kusma isteği var yalnızca. Ağız dolusu, fışkırarak kusmak istiyorum. Unufak edilmiş bir anlığım var ve onu kusmak istiyorum... dostum! Olabildiğince uzağa, belki senin oralara bir yerlere...”

“Gecenin bir yarısını hastanede, diğer yarısını da annemin yanında geçirdim. Sabah ezanı okunana kadar annemle ikimiz oturduk. Kardeşim karısıyla birlikte, ezan okunmadan iki saat önce evine gitmişti. Annem tek kelime bile konuşmadan Kuran okumayı sürdürdü. Ezan okununca Kur’an’ı kapatıp ezanı dinlemeye başladı. Ben o kadar saat ne yaptım, ne düşündüm doğru dürüst hatırlamıyorum. Ezan bitince annem bağdaşını bozdu ve ayağa kalktı. O kalkınca ben de kalktım. İkimiz ayakta bir kaç saniye durduk. Annemin bana neden öyle baktığını anlamıştım. Kıramazdım da onu. İki seccade serdi ve birlikte sabah namazı kıldık. Aptestim yoktu ama yine de çocukluğumun sabah namazları kadar huzur vericiydi. Annemi oturma odasındaki kanepede yatırdım ve bir saate yakın bir zaman da başında bekledim. Uyuduğundan emin olunca parmak uçlarıma basarak odadan çıktım. Pardösümü alıp evden de çıktım. Taksi çağırıp kendi evime geri döndüm. İçeri girdiğimde Karma Koma hâlâ çalıyordu. Makinenin başına geçtim yine. Şimdi güneş doğuyor. Elime kalem ya da kağıt almak gelmiyor artık. Tuşlardaki bu soğukluk içimdeki büyük boşlukla aynı renkte ve aynı kokuda. Umut, sıkıştırılıp arşivlenmiş bir bilgisayar dosyası gibi. Komada olduğumuz doğru, ama öleceğimizi hiç sanmıyorum. Bize kimse öğretmedi sorumluluk duygusunu. Bize kimse hiçbir şey öğretmedi Canan. Bu yüzden özgürlüğü hep yanlış anlıyoruz. Bence de büyük bir boşluktur özgürlük. Ama bu kadar karanlık olduğundan kuşkuluyum. Sıkıştırılmış dosyaları açan bir program yazmalıyım, yazmalısın. Arşivlerde hiçbir şey kalmamalı! Yeniden biçimlendirmeliyim hafızamı. Canan, sen gerçekten yok musun?!”

Oturduğu sandalyede bir saat kadar uyuklamıştı. Telefonun sesiyle uyandı. Kardeşi cenaze işlemleriyle ilgili bir şeyler söyledi. Duştan sonra bir süre aynanın karşısında durdu ve gülümsedi. Olabildiğince temiz ve şık giyindi. Pardösüsünü alıp evden çıktı. Öteki eve vardığında annesi henüz uyanmamıştı.

***

Derya Hanım’ın kocası, karısını yirmi yedi yaşında bir kadınla aldattığından beridir kentin başka bir köşesindeki evinde yalnız başına yaşıyordu. Olayın üzerinden iki yıl geçmiş olmasına karşın boşanma davası henüz açılmamıştı bile. Bu “angaryayı” iki taraf da önemsememişti. Yeni bir evlilik söz konusu olana dek de gündeme gelecek gibi görünmüyordu boşanma. Oysa hiç kimsenin karı kocanın yeniden barışacağına dair bir umut beslediği yoktu. Böyle bir umut, ne aile bireylerinden birinde, ne de karı kocadan birinde herhangi bir karşılık bulamamıştı. Ayrılık, ayrıca belgelenmeye gerek duyulmayacak kadar kesin ve can sıkıcıydı. Sanki Celil’in ya da kız kardeşinin hayatlarında bir “baba” ekolü hiç yaşanmamıştı. Sanki oedipus adında bir tanrı hiç olmamıştı o evde.

Celil odasına girer girmez eline cep telefonunu alıp mesaj yazmaya başladı.
“Hiçbir şey yok. Ve bu hiç güzel değil. Birazdan duş alacağım. Sen...”
Mesajı kime göndereceğine bir süre karar veremedi. Sonra, daha çok el alışkanlığıyla S.’nin numarasını işaretleyip mesajı gönderdi. Yazdığı mesaj bir tür emirmiş gibi üstünü çıkartıp banyoya gitti. Fıskiyeden dökülen suyun altında kımıldamadan dakikalarca bekledi. Suyun başından aşağı süzülüp vücudunda gezinmesi hoşuna gidiyordu. Ve ne zaman böyle suyun altında ayakta beklese Leon filmindeki kiralık katil geliyordu aklına. Yine hatırlayamamıştı aktörün adını. “Mathilda” diye gayrı ihtiyari fısıldadı. Sesi hafif bir tonda yankılandı fayanslarda. S.’yi düşünerek mastürbasyon yapmaya başladı.
Belki de ihtiyacım olan aşk böyle bir şeydir. Dokunamadığım bir nesnenin hayalini kurarak kendimi tatmin etmeliyim belki de. Belki de hiçbir şey kendi özüne benzememeli, herşey başka bir şeylere dönüşmeli. Cinsel organımdan daha seksi bir kadın tanımadım hiç. Ya da ondan bağımsız bir cinsel hazzı düşünmedim. Elbette, ellerim ve parmaklarımın kıvrılıp bükülmeleri ve deri ve sarı tüyler de etkiliyor ama yine de herşey ona ulaşmak, onu memnun etmek için. Belki de kalp dedikleri şey cinsel organımın yüzlerce uzantısından biridir sadece. O zaman aşkı anlamak da çok daha kolay olurdu. Kadının aşık olabilen değil de aşık olunabilen bir nesne olmasını da doğrular bu. Ama bunu hiçbir kadına kabul ettiremem. Kaldı ki, ben de kabul edemem. İçimdeki tiksintinin boşalma anında bile geçmemiş olması ne acı! Umutsuzluk sıradanlaşıyor artık. Neden evde kimse yok? Kafamdaki hiçbir şey başka bir şeye bağlı değil. Kullanım tarihi geçmiş bir hayatı yaşıyorum sanki, ama bütün dünya aynı hayatı yaşıyor olduğu için tarihin geçtiğini kimse itiraf edemiyor ya da onun üretici firması da biz olduğumuz için... Ve ben de bu banyoda dikilip kalıyorum. Hiç olmazsa elimi cinsel organımdan çekip yüzüme sürebilmeliydim. Ya da hiç olmazsa elimi yıkamalıyım.

* * *

“Erdal, gitarını antrede bırakma demedim mi ben sana, baban gelecek birazdan!”
“Abi sen üniversitede n'apıyorsun?”
“Abi bu kasetlerde ne var?”
“Erdal ekmek aldın mı?”
“Oğlum nerde benim, yanımızda oturmayacak mı artık?!”
“Erdal babanın yanına gelsene.”
“Erdal oğlum, okul ne zaman bitiyor, dükkanda yardıma ihtiyacım var, biliyorsun.”
“Cumartesi gecesi Pano’da kutluyoruz. On gibi Galatasaray’da olursan buluşuruz.”
“Niye salona gelmiyorsun, abi üzgün müsün sen?”

* * *

Mercimek çorbası ve yaprak dolması vardı sofrada. Derya Hanım dedenin yemesine yardım ediyordu. Celil çorbayı es geçip dolmalardan başlamıştı yemeğe. Kız kardeş dedenin sofrada bile volkmenin kulaklıklarını çıkarmamasının nedenini sormuşu Celil’e. Celil ağzındaki lokmayla zar zor konuşuyordu.
“Sana ne kızım, sen onun yarısı kadar anlasaydın müzikten, tuvalette bile çıkarmazdın kulaklıkları.”
“Ama abi ayıp değil midir hep böyle kulaklıkla gezmek?”
“Yaşın yeterince küçük ya da yeterince büyükse hiçbir şey ayıp değildir güzelim. Sen yemene bak, sallama ötesini.”
“Celil, şu film kaçta başlıyordu?”
“Hangisi anne, haberim yok benim?”
“Türkan Şoray’ın oynadığı dizi film var ya?..”
“Daha vardır anne ona, haberler bitmedi bile.”
“Sen yine de açıver televizyonu, kaçırmayayım gene.”
“Kumandayı verir misiniz sevgili kardeşim.”
“Kendiniz alınız saygıdeğer abicim!”
“Yapma şu dudaklarını şöyle, nasıl çirkin oluyorsun biliyor musun?”
“Sen kendine bak, dudakların normalken bile çirkinsin!”
“Benim oğlum yakışıklıdır, ayıp değil mi kızım, öyle söylenir mi?”
“Hep oğlunu korursun zaten sen de!”
“Ne dır dır dır konuşuyorsunuz siz veletler, uslu oturup yemeğinizi yesenize!”
“Ahha, dedemin dili çözüldü nihayet. İyi de dede, dün akşam da niye susuyorsunuz öyle Yahudiler gibi demiştin. Sen de bir karar ver, konuşalım mı, susalım mı?”
“Töbe töbe, dır dır dır ne konuşuyorlar bunlar yahu!..”
“Boş ver sen onları baba, keyfine bak.”

* * *

“Ya anne, ne anlıyorsun her gün bu dizileri seyretmekten!”
“Öyle deme oğlum, hayatın kendisi bunlar. Hem hepsini seyretmiyorum, bu ötekilere göre epeyce bir kaliteli.”
“Bırak allasen anne, Türkan Şoray’ı seyrediyorum dersen tamam, onu anlarım, ama ötesi saçmalık baştan aşağı.”
“O senin düşüncen oğlum, bence gayet düzeyli ve kaliteli bir film bu.”
“Her neyse ya, ben odama gidiyorum, diyeceğiniz bir şey var mı?”
“Geç kalmadan yat oğlum. Sınavların ne durumda senin?”
“İyidir. Bu hafta kalmadı başka. Diğerine de çalışacağım daha.”

* * *

Celil salondaki koltuğu büyük pencerenin önüne çekmiş ayaklarının altına da bir sehpa alıp oturmuş elindeki kitabı karıştırıyordu. Hemen arkasında annesi dantel işleyerek diziyi seyrediyordu. Dedesinin kulakları yine volkmenin kulaklıklarıyla tıkalıydı. Haliç’in karşı kıyısında elektrikler kesikti. Arada bir beliren otomobillerin farlarından çıkan sarı ışıklarla binalar ve yollar ayırdedilebiliyordu ancak. Celil Dostoyevski’yi anlatan bir kitap okuyordu. Cep telefonu odasında olduğu için duşa girmeden önce yazdığı mesaja gelen cevaptan habersizdi tabii. Ve Celil, yarın okula gitmeyeceğine kesin karar vermişti. Bütün günü evde bu kitabı okuyarak geçirecekti. Kitap yeterince kalın sayılmazdı; belki de ustadan bir kitap indirilebilirdi kütüphaneden. Neden olmasındı, bütün hafta boyunca okula gitmek yerine Dostoyevski okunabilirdi. Bu düşünce Celil’in iştahını kabartmıştı. Kitaba bir daha, bu sefer hırsla dalmıştı.
Kısa sürdü elbet bu coşkunluk. Haliç’in karşı yakasında elektrikler halen kesikti ve dizi devam ediyordu. Şimdi bir bardak demli çay ne de güzel olurdu!
“Anne, çay yok mu bu akşam?”
“Demleniyor Celil, az daha bekle.”

Bu sözcük “bir çok duvar” anlamındaydı. Bekleyemeyeceğini, çayı hemen şimdi içmek istediğini söylemek istedi. Yutkundu. Kitabın arasına parmağını koyup bakışlarını karanlığa doğru uzattı. Bir kamyonet köprünün altındaki virajı dönüyordu. Oturduğu yerden eğilerek sağ tarafa uzattı başını. Gedik Ahmet Paşa viyadükü oradaydı. Değil, Gedik Ahmet Paşa’nın tam olarak ne tarafta olduğundan emin değildi ama 160 kilometre uzunluğunda olduğunu anımsıyordu. Köprüye yeniden baktı. “Aşağı yukarı aynı işte,” diye geçirdi içinden. Birden bir sürü ışık yanıp söndü. Celil irkilerek yine elektriğin kesik olduğu mahallere doğru baktı. Bir daha ışıklar yanıp söndüler ve her yer karanlığa gömüldü.
“Aaaa, tam da burada yapılır mı şimdi!” diye mızmızlanıyordu Celil’in annesi. Dede, gözlerini de kapatmış olacak ki kaybolan ışığı farketmedi bile. Celil yerinden hiç kımıldamamış ve tek kelime dahi etmemişti annesinin çıkışına. Bir an sessizlik oldu. Her zaman olan ve çok kısa süreceği kesin olan sıradan bir sessizlikti bu. Ama olmadı, sessizlik bozulmadı. Celil ve annesi sanki yalvarır gibi karanlığa bakıyorlardı, birisi çıksa ve bu sessizliği bozsa diye. İkisi de dededen medet umuyordu ama dede hiç oralı değildi. Muhtemelen uyukluyordu bile.

Kapı zilinin çalmasını nedense Celil’den başka önemseyen olmamıştı. Yoksa duyan da mı olmamıştı? Üçüncü kere çalınıyordu zil ve bu öten kuş sesi insanın avcı damarını kabartıyordu!
“Anne kapıya bakacak mıyız?!” diye sordu Celil. Sesi sinirden titrer haldeydi. Yanıt alamayınca oflayarak yerinden kalktı. Bu sırada zil yine çalmaya başlamıştı. Celil el yordamıyla karanlıkta yolunu bularak salondan çıktı. Kapıya doğru yanaşıp “Kim o?” diye sordu. Dışarıdan ses gelmemişti. Gözünü merceğe yapıştırıp baktı. İçerdekine benzeyen bomboş bir siyahlık vardı delikte. Tekrar sordu soruyu ve yine yanıt alamadı. Kapıyı açmakla açmamak arasında bocalamaya başladı. Daha önce hiç yaşamadığı tuhaf bir duygu hissetti. Tuhaf ve yabancı bir içses duymuştu. Ses ona kapıdaki kişinin babası olduğunu söylüyordu. Ama neden cevap vermediğini söyleyemiyordu. Utanıyor muydu acaba? Ya da çok sarhoştu ve cevap veremeyecek durumdaydı. Öyle ya, ayık kafayla buraya gelmeye cesaret edemezdi. İnsan unutulduğu, kendisinden en ufak bir iz bile kalmamış bir eve neden geri dönmek istesindi ki? Hem geri dönmek diye bir şey de yoktu Celil’e göre. Geri döndüğün yer hiçbir zaman ayrıldığın yere benzemezdi. Bunları babasının da bildiğinden emindi. Yok yok, babası olamazdı. Öyleyse kimdi kapıdaki? Merak ve korkunun etkisiyle Celil bunalmış ve terlemeye başlamıştı. Sessizlik bir anda kulaklarını dolduruverdi. Kulakları büyüdü, büyüdü, büyüdü ve antreyi doldurdu. Sessizlik kulaklarına sığmamış bütün evi doldurmaya başlamıştı. Bununla da yetinmemişti, evin dışına çıkıp dışarıdan sarıyor ve sıkıyordu. Şimdi ev küçülüyordu. Ev, Celil’in kulaklarına doğru büzüşüyor, küçülüyor, daralıyor, inceliyordu. Baykuş sesini andıran ama daha çok rüzgarın fısıldamasına benzeyen bir uğultu olmuştu Celil’in evi. Bir uğultunun içinde yaşamını sürdürmek zorunda olduğunu düşünerek iç geçirdi. Sıkıntı ayak parmaklarından başlayarak yukarılara doğru yükseliyordu. Kulaklarına doğru akan uğultu sanki aynı zamanda ayaklarından da sarmaya başlamıştı Celil’i. Bir evinin olması daha önce hiç bu kadar can sıkıcı gelmemişti Celil’e. Ve neden bütün bunlar babasını düşününce oldu, anlayamıyordu. Çünkü Celil, Oedipus adındaki o tanrıyla daha önce hiç tanışmamıştı. O sadece annesini tanıyordu. Ve kendini bildi bileli sağır olan dedesini. Sağır olan dedesinin kendilerini nasıl duyduğunu anlamıyordu. İnsanların neden bir babaya ihtiyaç duyduklarını, onun yokluğunda neden kişilik bozuklukları yaşadıklarını da anlayamıyordu. Kapıdaki şeyin “kim o?” sorusuna cevap vermemekte neden bu kadar direttiğini de anlamıyor ve buna sinirleniyordu. Celil’in en nefret ettiği şey terlemekti ve şu an bütün vücudu harıl harıl terliyordu.

Kapıyı açmıyor Celil ve homurdanarak salona geri dönüyor. Eliyle elektrik düğmesini buluyor ve basıyor. Oda aydınlanınca annesinin yanına gidiyor ve uzun koltuğun diğer köşesine ilişiyor.
“Sevgili anneciğim! Biliyorsun di mi, babam seni Türkan Şoray’a değil de daha çok Adile Naşit’e benzediğin için aldattı. Ama yine de senden ayrılmak istemezdi. Biz erkekler böyleyizdir işte, şişman ve iyi yemek yapan bir kadınla evlenip onu sürekli aldatmak, daha ince belli ve makyajlı başka kadınlarla yatmak isteriz. Ama eskiden bu çok büyük bir sorun olmazdı. Kadınlar başka türlüydü, böyle durumlarda kocalarını affederlerdi ve hayat düzenini kaybetmeden sürerdi. Son zamanlarda çok ukala olmaya başladınız siz. En ufak bir sorunda hemen resti çekip adamcağızı kovalıyorsunuz. Çağdaş kadın oldunuz ya siz, bir de bununla övünüyorsunuz… Oysa… saçmalık bütün bunlar. Neden ayrılıyorsunuz ki! Yani bir gün seni aldatacağını gayet iyi biliyordun. Yeterince güzel değilsin ve kendine de hiç bakmıyorsun. Yani buna daha önceden bir çözüm bulmalıydın. Benim haberim olmayabilir geceleri ya da evde dedemle yalnız kaldığın zamanlarda ağlayıp dövünmelerinden, bu hiç önemli değil. ‘Çocuklarımı düşünüyorum asıl’ psikozundan da kurtul hemen, bunun yalan olduğunu biliyorsun. Çocuklarınız olabildiğince kayıtsız yaşıyorlar zaten. Anne babanın ayrılıkları bize koymuyor yani. Ama sizlerin bu kadar yıkılması fena halde can sıkıcı. Adam bir tarafta kadın bir tarafta, gittikçe dibe çöküyorsunuz. Gerek kan bağımız ve gerekse paylaşılan ortak geçmiş yüzünden bu çöküntü bizi de çekiyor içine. Kompleksli ve hastalıklı bireyler oluyoruz hepimiz. Sizin yüzünüzden. Öyle ki, artık bu sıradanlaşmış; çoğumuz manyaklıklarımızın nedenini parçalanmışlıktan kaynaklanan bu çöküntüye bağlayamıyor bile.
“Sus lütfen anne, ağlama şimdi. Kendi içinde kaybolan bir helezonun tam ortasında sıkışmışım. Her an ölüyor ve diriliyorum ve sürekli bu şekilde yaşıyorum. Sizlerin yüzünden âşık bile olamıyorum artık. Ama ben ağlıyor muyum? Hayır, aksine, durmadan gülümsüyorum. Toparlan artık anneciğim, kendine gel. Babamla barış ve uzaklara bir yerlere gidin. Gidin ve düşün yakamızdan artık... Aksi halde ikinizi de vurmak zorunda kalacağım...”

* * *

(- Mızmızlanmayınız efendim, vurmak çözümdür çoğu zaman.
- Kimi vurmak, neyi vurmak? Düpedüz sapıtıyorsunuz Celil Efendi!
- Tepkisizliği gördün ama, öyle değil mi?.. Sıfıra sıfır, elde var sıfır işte. Bir şekilde elimi sokmak zorundayım çarkın içine.
- Hayır delikanlı, kafa yorman gereken mesele anne ve babanın ayrı oluşu değil, apartmanın cümle kapısıyla senin yaşadığın dairenin kapısı arasındaki o mesafenin, salonun Haliç’e bakan penceresinin önündeki fazlalığa neden bu kadar çok benziyor oluşu.
- Böyle bir benzerlikten haberim yok benim, siz uyduruyorsunuz.
- Olabilir, ben uyduruyor olabilirim, fakat bunun gerçekliğini tartışabilecek konumda değilsin Celil, sonuçta seni de ben uydurdum.
- Peki yeterince hakim misiniz uydurduğunuz anlatının kurgusuna?
- Böyle bir çabam yok.
- Olmadığını görüyorum. Öyleyse fazlaca gölge etmeyiveriniz bizim yaşamımıza.
- Cinayet işleyecek kadar basitleşmene izin veremem.
- Öyleyse bir çıkış yolu göster.
- Gösteriyorum ya, mesafeyi düşün diyorum.
- Hayır, parçalanmışlık bundan öncelikli.
- Of, çok salaksın!
- Yaa!.. Benim suçum mu acaba, bu sizin hikayeniz bayım.
- Evet, ama yine de ben tanrı değilim.
- Bu da benim kaderim işte, benim gibileri ancak senin gibiler yazar zaten.
- Annen ya da babana karşı ne hissediyorsun?
- Boşluk...
- Yani hiçbir şey.
- Hayır, boşluk. Bu hiçbir şey demek değil.
- ...
- Anlamsızlığı tanımlamak isteyen sizsiniz beyefendi, ben sadece kendime çıkış arıyorum.
- Yanlış yerde arıyorsun ama.
- Bir öneriniz var galiba. Yoksa şu çakı meselesini mi açacaksınız? Fena da olmaz aslında. Nasıldı hani, şu sonradan sildiğiniz paragraf.
[Çakı, çok işlevli bir kuzey Avrupa çakısı gibi... Muhtelif yerlerinde delikler açmak için karanlığın, ışığın açtığı yolun dışında, çok işlevli bir çakı gerekiyor. Mesela bir dil. Kendine has özellikleri olan ve en önemli vasfı özgünlük olan bir dil. Böyle bir çakıya, suya olduğu gibi, suyun rengine olduğu gibi ihtiyacımız var. Çakıyı birinden ödünç alınca kullanmayı beceremiyoruz. Ama kendimiz de yapamıyoruz. Çakı yapabilmek için gerekli olan bilgiden yoksunuz çünkü. Kuzey Avrupa çakısı yerine sicimlerin gerilmesiyle yapılmış eğri bir Osmanlı kılıcı mı kullanmalı yoksa? Fakat karanlığı tanımamız gerek önce. Eğri bir kılıçla düzgün delikler açamayabiliriz. Karanlığı bilmemiz gerek. Nasıl bir karanlık bu? Nasıl bir boşluk? Bir dil, ucu sipsivri olan ama alabildiğine özgür bir dil olmalı, boşluğu delik deşik etmek, parçalara ayırmak ve öylece anlayabilmek için.]
- Saygısız velet seni!..
- Ha ha ha!.. Nasıl bir dil bu önerdiğiniz? Hem benim anlayabileceğim ve hem de sizin konuşabileceğiniz bir dil?..
- Bilmiyorum!.. Bilseydim şimdiye kadar çoktan bitmişti bu öykü zaten.
- Yardımcı olayım isterseniz. Tarih diye bir şey yoktur, bu doğru. İnsan aşkla sanatla filan bir bok da yapamayacaktır. Artık sanat hiç kesilmeden cd bitene kadar devam eden tekrarlardır. Ve aşk, işte benim şu çürümüş organımdan başka bir şey değildir. Ama bak, üstat Bataille birini tutturmuştur, oyun. Oyun sıkı bir yöntemdir. İçinde aldatmaca ve kancıklık da vardır çünkü. Ötekilerin hepsi düşmandır artık. Onları kandırmalı ve üstlerine çıkmalıyım.
- Bu kadar yeter mi yoksa saçmalamaya devam edecek misin?
- Peki ya sen, benim bildiğim …..’ya geri dönecek misin yoksa bu kaçak güreşen bilge pozlarına devam mı edeceksin?!
- Beni anlamıyorsun delikanlı.
- Neyi anlamıyorum ya?!
- İnsanın hürriyeti mahkum etmesini. Her nesne bir ya da birçok zaman parçasını barındırır içinde. İnsan nesneyi sadece kullanmak yerine ona bakmalıdır da. Yani onu işlevinden soyutlayarak bakmalıdır nesneye.
- Neden?
- Nesneyle arasındaki imkansız büyüklükteki mesafeyi görebilmesi için. Bunu göremezse kendini de göremeyecek insan! Nesnenin hakikati budur, her şey bir aynadır. Işığı yansıtmayıp soğuran sadece insandır.
- Öldürmekten vazgeçmeme yetmiyor bu açıklama.
- Çok salaksın, benim kurgulayamayacağım kadar salaksın sen!
- İyi ya, kafama koyduğumu yaparım o zaman.
- Hayır, izin vermiyorum.
- İzin isteyen kim?!)

* * *

İçeri girer girmez kapıyı kapattı ve düşmekten son anda kurtulmak istermiş gibi sırtını kapıya yasladı. Kesik kesik ve derinden soluk alıp veriyordu. Korkusu geçmek bilmiyordu. Yaratık her an kapıyı zorlayabilirdi. Eve girmiş olması kendini güvende hissetmesine yetmedi, çünkü ne tür bir şeyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu. Onu görmemişti. Rengini dahi bilmiyordu. Boğulacak gibi oluyordu nefes alıp verirken. Evden biri yardımına gelse belki de bütün bu kabus bir anda sona erecek ve rahatlayabilecekti. Ama hiç ses yoktu. Sanki evde kimse yoktu, sanki yalnız yaşıyordu ve sanki ev sadece bu küçük antreden ibaretti. Aceleyle odasına doğru yürümeye başladı. Holün ortasında birden durdu. Mutfağa girdi. Yine durdu. Hızla geri dönüp kapının önünde bıraktığı tüfeği aldı eline. Seri hareketlerle iki yeni kurşun daha sürdü. Mutfak kapısının buzlu camına takıldı bakışları. Sonra birden içeri daldı. Patlayan tüfeğin sesi ona apartmanın cümle kapısından çıkan o metalik çığlığı anımsatmıştı. Bu çığlık yere düşen kadının çığlığını öylesine ezip geçiyordu ki Celil, gülümsemesine engel olamamıştı.
Evet, bazen gülümsemek insana yapılan en büyük hakaret gibi oluyordu.
Arabanın bagajından çıkardığı büyük ceset torbasını sürükleyerek eve kadar taşıdı. Antrede bıraktığı torbayı açmadan önce mutfağa girip annesinin kollarından tutarak salona kadar sürükledi. Büyük pencerenin önüne, o lanetli çıkıntının içine bıraktı cesedi. Arkasından babasını da torbadan çıkardı ve sürükleyerek annesinin yanına götürdü. Babasının boynu omuriliğe kadar yırtılmıştı. İçinden kafayı bedenden ayırmak geçiyordu ama buna gücünün yeteceğinden emin değildi. Vazgeçip cesedin başını düzeltti. Yerler kan içindeydi. Tiksintiyle kana baktı. Temizlemek gerekirdi ama buna üşendi. Başını çevirip yan yana yatan iki cesede baktı. Sonra kaldırıp Haliç’e... ...

Merdivenleri ses hızıyla çıkıyordu!.. Yükseliyordu ve ilerliyordu!.. 16 numaralı kapının önünde durdu ve kapıya doğru yığılmaya başladı. Kapı ağırlığı kaldıramadı ve menteşelerinden kurtulup kendi eşiğinden mutfağın kapısına doğru fırladı. O içeri daldı ve hemen sağa dönüp salona kadar geldi, çok hızlıydı!.. Celil o’nun orada, hemen arkasında soluk soluğa beklediğini anladı. Haliç’ten gözünü ayırmadan gülümsedi. Kollarını iki yana açtı. Tüfek yere düştü. Yaratık Celil’in içinden geçti ve pencereye çarparak dışarı, gökyüzüne fırladı. Celil korkuyla havada asılı duran yaratığa ve paramparça olmuş salonun büyük penceresinin camına bakıyordu. Cam bir anda patlayıp bir kum yığını gibi dağıldı ve aynı anda yaratık, patlama sesinden de hızlı bir şekilde aşağı, şehre doğru uçarak gözden kayboldu.

Mehmet Batur

Kategori: