UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

07 Şub 2010
gül

Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü
Eudora Welty

On dört yıl boyunca bir ayakkabı firması için Mississipi’de bir uçtan bir uca seyahat eden R. J. Bowman, girdili çıktılı toprak yol boyunca Ford’unu sürüyordu. Uzun bir gündü! Vakit öğle engelini aşıp da hoş bir öğleden sonraya geçecek gibi görünmüyordu. Güneş, burada kışın bile gücünden bir şey kaybetmemiş, gökyüzünde tam tepede duruyordu ve Bowman ne zaman tozlu arabasından yola bakmak için kafasını çıkarsa, uzunca bir kol aşağı uzanıp şapkasından içeri nüfuz edip –uzun zamandır yollarda olan bir seyyar satıcının el şakası misali- kafasının tepesine abanıyormuş gibiydi. Bu, onu daha da kızgın ve çaresiz kılıyordu. Telaşlıydı ve yolu da tam olarak bilmiyordu.
Uzunca bir grip döneminden sonra yollardaki ilk günüydü. Çok yüksek ateşi vardı ve rüyaları. Güçsüz düşmüş, solgun bir haldeydi, aynada farkı görecek kadar ve sağlıklı düşünemiyordu… Tüm öğleden sonra, öfkesiyle kuşatılmış halde ve sebebsizce ölen büyükannesini düşündü. Sakin, huzurlu bir insandı. Bir kez daha Bowman, onun odasındaki tüy yatağa kendini atmak istedi… Sonra onu tekrar unuttu.
Bu ıssız tepe diyarı! Yanlış yönde gidiyor gibiydi –sanki geriye, çok gerilere gidiyordu. Görünürde tek bir ev yoktu… Hala yataklarda olmayı ummasının da bir anlamı yoktu yine de. Otel doktoruna hesabını ödeyerek iyileştiğini kanıtlamıştı. O hoş, talimli hemşire veda ederken bile üzülmemişti. Hastalığı sevmezdi, güvensizlik duyardı tıpkı yön tabelası olmayan yollara güvenmediği gibi. Sinirlenirdi. Hemşireye sırf eşyalarını toplayıp ayrılıyor diye çok pahalı bir bilezik vermişti.
Fakat şimdi – ya yollardaki on dört yıl boyunca daha önce hiç hasta olmamış ve hiç kaza yapmamışsa? Hafızası bitap durumdaydı ve neredeyse onu sorgulamaya bile başlamıştı… Zamanla daha iyi otellerde, daha büyük kentlerde kalmıştı ama hepsi de yazları ilanihaye ve boğucu, kışları da esintili değil miydi? Kadınlar? Sadece ufacık odaların içinde ufacık odalar hatırlıyordu, Çin işi kutuların yuvası misali. Bir kadın düşündü müydü, gördüğü o odanın köhne yalnızlıkla örülü eşyalarıydı. Kendisiyse – sürekli geniş kenarlı siyah şapkalar giyen bir adamdı; eğri büğrü otel aynalarında boğa güreşçisi gibi görünürdü rampadaki o kaçınılmaz an için durduğunda, akşam yemeği için aşağı inerken… Arabanın camından bir kez daha dışarı sarktı ve güneş yine kafasına abandı.
Bowman uyuyup yorgunluğunu atmak için, hava karardığında Beulah’a varmak istiyordu. Hatırladığı kadarıyla, Beulah en son geçtiği kasabadan elli mil uzaktaydı, çakıllı bir yol üzerinde. Bu, yalnızca bir inekyoluydu. Nasıl gelmişti ki zaten böyle bir yere? Bir eli yüzündeki teri silerken sürmeye devam etti.
Beulah’a daha önce gitmişti. Fakat ne bu tepeyi ne de bu miyadını dolduran patikayı –ne de şu bulutu, diye düşündü, çabucak yukarı sonra da aşağı bakarak- bu günü gördüğünden daha önce görmemişti. Ne diye açıkça kaybolduğunu ve millerce ötede olduğunu kabul etmiyordu?... Yabancılara yol sorma alışkanlığı da yoktu ve bu kimseler asla üzerinde yaşadıkları yolların nereye vardığını bilmezlerdi; bir taraftan da birine seslenecek mesafede bile bulunmamıştı. Ara ara tarlalarda ya da ot yığınlarının üzerinde eğik dal parçaları yahut otları andırırcasına dikilen insanlar, köylerinin berisindeki arabanın ıssız tıngırtısından yana şöyle bir dönüp, yol boyunca kocaman pelteler gibi yığınlar oluşturan kışın solgun, gösterişsiz tozunu toprağını izlerken hep çok uzakta kalmışlardı. Bu uzaktaki insanların bakışları kararlı bir şekilde, aşılmaz bir duvar gibi takip ediyordu onu ta ki o geçip gittikten sonra duvarın ardında kalan bakışlarıyla geriye dönmelerine dek.
Bulut, büyükannesinin yatağındaki uzunca yastık gibi bir tarafa doğru süzüldü. İki çıplak ağacın havada sıkıca tutunduğu tepenin ucundaki barakaya doğru uzandı. Ölü meşe yaprakları yığınının üzerinden geçerek sürmeye devam etti, tekerlekleri berrak ve melankolik bir ıslık çalmak için yaprakların tüy gibi kenarlarını karıştırarak yataklarından geçerken. Öncesinde bu yoldan hiç araba geçmemişti. Sonra farkına vardı ki eğimli bir vadinin, kızıl, aşınmış bir toprağın tam ucunda, ve işin aslı yolun sonundaydı.
Frene bastı. Fakat tüm gücüyle yüklenmesine rağmen durmadı. Araba uca doğru yan yattı ve biraz yuvarlandı. Belli ki yokuş aşağı gidiyordu. Usulca dışarı çıktı, sanki ona bir kötülük yapılmış da hatırlama şerefine ermiş gibi. Çantasını ve kutusunu çekip çıkardı ve bir kenara koydu; geri çelikip arabanın tepenin ucundan aşağı yuvarlanışını izledi. Bir şey duydu –kulak kesildiği büyük gürültüyü değil de derinlerden abartısız bir çatırtı. Oldukça tatsız bir halde şöyle bir bakmak için gitti ve arabasının uçsuz bucaksız, kolu kalınlığındaki asmaların düğümüne takıldığını gördü, arabayı yakalayıp tutmuş ve kara bir beşikteki garip bir çocuk gibi sallıyordu ve sonra, Bowman izlerken, onun hala içinde olmadığının her nasılsa ayırdına varmış ve arabayı usulca yere bırakıvermişti.
Derin bir nefes aldı.
Neredeyim ben? diye hayıflandı şaşkınlıkla. Ne diye bir şey yapmadım? Bütün öfkesi çekilip alınmış gibiydi. Bir ev vardı, tepenin ardında. İki eline de birer çanta aldı ve neredeyse çocukça bir hevesle eve doğru yola koyuldu. Fakat zar zor nefes alıyordu, ara ara durup dinlenmesi gerekti.
Tepede konumlanmış, aralarında genişçe bir koridor olan iki odasıyla, tek bir oda genişliğinde bütün odaları arka arkaya sıralanan bir evdi. Çatıyı kaplayan, yazdan kalma gibi açık ve yeşil, kümelenmiş ağır asmanın altında baraka hafiften yana eğilimli duruyordu. Koridorda bir kadın duruyordu.
Bowman kımıldamadan durdu öylece. Sonra birdenbire, kalbinin hareketleri tuhaflaştı. Ateşlenmiş bir roket gibi hoplamaya ve beynine akın eden düzensiz kalp atışlarına dönüşmeye başladı ve düşünemiyordu. Savrulup düşerken kalbi hiç ses çıkarmadı. Büyük bir güçle hatta gururla aniden hızlanıp ağlara atlayan cambazlar gibi usulca düşmüştü. Küt küt atmaya başladı, sonra sorumsuzca beklemeye koyuldu, içten içe bir alay gibi kaburgalarına vurarak, sonra gözlerine, kürek kemiğinin altlarına ve “İyi günler bayan” demeye çalışırken de ağzının ucuna. Fakat kalbini duyamıyordu, düşen küller kadar sessizdi. Aslında bu, oldukça rahatlatıcıydı; yine de Bowman’ın halihazırda kalbinin atışını hissetmesi bile şaşırtıcıydı.
Kafası karışık bir halde kımıldamadan öylece dururken çantalarını düşürdü, havada zarifçe ağır yükler halinde salınıp eşiğin yamacındaki çelimsiz otlara kendilerini hafifçe bırakıverdiler sanki.
Orada dikilen kadına gelince, ilk etapta kadının yaşlıca olduğunu gördü. Kadının kalbini duyması da mümkün olmadığından kalp atışlarını boşverip kadına daha bir dikkatli baktı tabii o dikkat dağınıklığı ve sersemlikle ağzı açık bir halde.
Kadın bir süredir lambayı temizliyordu ve yarı kararmış yarı temiz halde önünde tutuyordu. Arkasındaki karanlık koridorla birlikte gördü kadını. Yanık ama kırışıksız yüzüyle cüsseli bir kadındı; dudakları sımsıkı kapalı duruyor ve gözleri tuhaf, körelmiş bir parıltıyla Bowman’a bakıyordu. Kadının bohçaya benzeyen ayakkabılarına baktı. Yaz olsa yalın ayak olurdu… Bir görüşte bir kadının yaşıyla ilgili otomatik olarak hüküm veren Bowman, kadının yaşını elli olarak belirledi. Gri, kaba bir kumaştan, yıkanıp ütülenmeden kurutulmuş, kollarının pembe ve umulmadık biçimde tombul göründüğü bir elbise vardı üstünde.
Kadın tek bir laf etmeden sessizce lambayı tutarak duruşunu sürdürdükçe Bowman kadının güçlü bir bedeni olduğuna kanaat getirdi.
“İyi günler hanımefendi” dedi.
Boş boş baktı kadın, Bowman’a ya da ondan taraflara, sonra adamın ne diyeceği varsa dinleyebileceğini göstermek için gözlerini indirdi.
“İlgilenir misiniz bilmem ama-“ Bir kez daha denedi. “Bir kaza--arabam…”
Kadının sesi, bir gölün öbür yanından geliyormuşçasına kısık ve uzak bir tonda çıktı. “Sonny burada değil.”
“Sonny?”
“Sonny şu anda burada değil.”
Oğludur heralde—arabamı yukarı getirebilecek biri, diye düşündü, donuk bir ferahlama eşliğinde. Tepeden aşağıyı gösterdi. “Arabam hendeğin dibinde. Yardıma ihtiyacım olacak.”
“Sonny burada değil ama gelecek.”
Daha net olmaya çalışıyordu, sesi de daha güçlüydü; Bowman kadının aptal olduğunu fark etti.
Yolculuğunun ertelendikçe ertelenmesi ve can sıkıcı oluşuna Bowman pek de şaşırmadı. Bir nefes aldı ve kalbinin sessiz darbelerinin üstünden gelen sesini duydu. “Hastaydım. Henüz tam iyileşmedim… Gelebilir miyim?”
Öne doğru eğildi ve büyük, siyah şapkasını çantasının sapının üzerine koydu. Mütevazi bir hareketti, hatta neredeyse, saçma ve halsizliğine ihanetmişçesine onu vuran bir boyun eğiş. Rüzgar saçını savururken kadına baktı. Bu tuhaf tavrını daha uzun sürdürebilirdi; hiçbir zaman sabırlı bir adam olmamıştı ama hastayken ilacını beklemek üzere uysalca yastıklara gömülmeyi öğrenmişti. Kadına baktı.
Ardından kadın mavi gözleriyle ona bakıp döndü ve kapıyı açık bıraktı, hemen ardından Bowman, hareketinden eminmişçesine dimdik durdu ve onu takip etti.
İçeride, evin karanlığı bir doktorun uzman eliymişçisine dokundu. Kadın yarı temizlenmiş lambayı odanın ortasındaki masanın üzerine koydu ve o da uzman biri, bir rehbermişçesine yeşil, inek derisinden oturacak yeri olan sandalyeyi gösterdi. Kendisi de biçimsiz giysinin altında dizlerini büküp şöminenin yanıbaşına çömeldi.
Başta, Bowman umut dolu bir halde güvende hissetti. Kalbi daha sessizdi. Oda sarıçam döşemelerin kasvetiyle çevreliydi. Diğer odayı görebiliyordu, demirden bir yatağın ayağının görüntüsüyle, koridorun öbür ucunda. Yatak, bir harita ya da resmi andıran ve azıcık da büyükannesinin kızlık çağında yaptığı Roma yangını tablosuna benzeyen, kırmızı-ve-yeşil parçalı bir yorgandandı.
Serinlik için can atıyordu epeydir hiç olmazsa bu oda soğuktu. Üzerinde yanan korlar ve kenarındaki demirden kaplarla şömineye gözünü dikti. Şömine ve tüten baca, tepeleri saran taştandı, çoğunlukla arduaz. Neden ateş yanmıyor? diye meraklandı.
Ortalık sakindi. Tarlaların sessizliği sanki eve giriyor ve aşina bir şekilde evde dolanıyordu. Rüzgar açık girişi kullandı. Gizemli, sessiz ve küstah bir tehlikenin içindeymiş gibi hissetti. Ne yapmak lazımdı?... Konuşmak.
“Elimde uygun fiyata hoş bayan ayakkabıları var…” dedi.
Fakat kadın, “Sonny, burada olur birazdan. Güçlüdür. Sonny arabanızı çekecek.” diye cevapladı.
“Nerede peki şimdi?”
“Mr. Redmond’un tarlalarında.”
Mr. Redmond. Mr. Redmond. Asla karşılaşmak zorunda kalmayacağı biriydi bu, neyse ki. Her nasılsa ismi yadırgadı… Kırılganlık ve endişe alevi içinde, Bowman meçhul adamlar ve onların meçhul tarlalarından bahsetmek bile istemedi.
“İkiniz burada yalnız mı yaşıyorsunuz?” Yaşlı sesini, konuşkan, kendinden emin, yıllardır ayakkabı satmaktan değişmiş, böyle bir soruyu -bilmek bile istemediği- sorarken duyunca şaşırdı.
“Evet. Yalnızız.”
Kadının cevaplayış tarzına şaşırmıştı. Bunu söylemek uzun zamanını almıştı. Dalgın bir halde kafasını da sallamıştı. Bir tür önseziyle onu etkilemek mi istemişti? diye keyifsizce hayıflandı. Ya da sadece konuşarak ona yardım etmeyeceği anlamında mıydı? Bilinmedik şeylerin etkisini düşüşlerini kıracak bir konuşma olmadan kaldıracak durumda değildi. Kafasında ve vücudunda olup bitenler dışında hiçbir şeyin olmadığı bir ay geçrmişti. Geri gelen kalp atışları ve rüyaların neredeyse duyulamaz hayatı, ateş ve mahremiyetten bir hayat, onu güçsüz bırakan kırılgan bir hayat ta ki—neye kadar? Yalvarmaya. Avcunun içinde nabzı deredeki bir alabalık gibi sıçradı.
Tekrar tekrar kadının neden lambayı temizlemeye devam etmediğini düşünüp durdu. Odanın ötesinde durmasına ve varlığını sessizce ona bağışlamasına iten neydi kadını? Anladı ki, kadın için küçük işlerle uğraşacak zaman değildi. Yüzü ciddiydi ve ne kadar haklı olduğunu hissediyordu. Belki de sadece kibarlıktandı. Bowman uysal bir tavırla gözlerini güç bela açık tutuyordu; gözleri kadının bağlı olduğu ipi tutuyomuşçasına kenetlenmiş ellerine takıldı.
Çok geçmeden kadın “Sonny geliyor.” dedi.
Bowmansa bir şey duymamıştı ama pencereyi geçip beraberinde iki av köpeğiyle kapıya atılan bir adam göründü. Sonny kalçasının hemen üzerinde asılı kemeriyle iri yarı bir adamdı. En az otuz görünüyordu. Yüzü hararetli, kırmızıydı ve her nasılsa sessizlikle yüklüydü. Üzerinde çamurlu, mavi bir pantolon ve eskimiş, lekeli ve yamalı bir askeri palto vardı. Dünya Savaşı? diye düşündü. Aman Yarabbi hem de bir Müttefik paltosuydu. Açık renk saçlarının arkasında Bowman’ınkini aşağılar gibi görünen geniş, kirli, siyah bir şapka vardı. Köpekleri bağrından itti. Hareketlerindeki ciddiyet ve ağırlığa bakılırsa güçlüydü… Annesine benzeyen bir yanı vardı.
Yan yana duruyorlardı… Bowman yine oradaki varlığını açıklamak durumundaydı.
“Sonny, bu adamın arabası kayalıktan aşağı yuvarlanmış ve senin arabayı çıkarıp çıkaramayacağını öğrenmek istiyor.” dedi kadın birkaç dakika sonra.
Bowman durumunu izah edemedi bile.
Sonny’nin gözleri üzerindeydi.
Bowman açıklama yapması, para teklif etmesi-en azından ya mahçup ya da amirane görünmesi gerektiğini biliyordu. Fakat yapabildiği tek şey hafifçe omuz silkmek oldu.
Sonny, arkasında heyecanlı köpekleriyle pencereye doğru giderken Bowman’a değip geçti ve dışarı baktı. Bakarkenki halinde bile bir gayret vardı sanki bakışını bir halat gibi fırlatıverecekti. Dönüp bakmadan Bowman kendi gözlerinin hiçbir şey göremeyeciğini hissetti: çok uzaktaydı.
“Bana oradan bir katır bir de makara takımını getiriver.” dedi Sonny, anlamlı bir şekilde. “Katırımı yakaladım, halatımı da aldım mı çok geçmeden çıkarıveririm arabanı kayalıktan.”
Odaya bir enine boyuna baktı, dalmış gitmiş gibi, gözleri kendi deryalarında başıboş dolanırken. Sonra dudaklarını kararlı ama yine de utangaç bir şekilde bastırdı, bu defa köpekler önünde, başını önüne eğdi ve yürüyüp geçti. Sert zemin tınladı, onun heybetli yürüyüşünü –hatta sendeleyişini- kavrarken.
Haylazca, bu seslerin üzerine, Bowman’ın kalbi yeniden hopladı. Sanki içinde geziniyordu.
“Sonny’nin elinden kurtulmaz.” dedi kadın. Sonra tekrar söyledi bunu şarkı söylüyormuşçasına. Şöminenin ordaki yerinde oturuyordu.
Dışarı bakmaksızın, Bowman bazı bağrışlar, köpek havlamaları ve tepelerin üzerinde kısa süreli toynak takırtıları duydu. Birkaç dakika içinde elinde bir halatla Sonny pencerenin önünden geçti, bir de titrek, parıldayan, morumsu kulaklarıyla kara bir katır vardı. Katır adeta pencereden içeri baktı. Kirpiklerinin altındaki hedef almış gözlerini Bowman’a çevirdi. Bowman kafasını çevirdi ve kadının yüzünde yalnızca memnuniyet dolu bir ifadeyle katırın bakışına huzurla karşılık verişini gördü.
Kadın bir süre daha alçak sesle şakımaya devam etti. Bowman’a öyle geldi ki ve bu son derece şaşırtıcıydı, kadın aslında onunla konuşmuyor, aksine duruşunun bir parçası olan ve şuursuz lafdan oluşan şeyi takip ediyordu.
O yüzden Bowman bir şey demedi ve bu defa cevap vermeyince tuhaf ve güçlü bir his, korku değil, vuku buldu içinde.
Bu defa kalbi hopladığında bir şey -ruhu- da hopladı sanki, ağılından salınıverilmiş bir tay gibi. Hislerinin çılgınca çevikliği beynine hükmederken kadına gözlerini dikti. Hareket edemedi, yapabileceği hiçbir şey yoktu, orada oturup yaşlanan ve biçimsizleşen kadına sarılabilmekten başka belki de.
Sadece fırlayıp ona söylemek istedi, ne zamandır hastayım, ve o zaman ancak o zaman anladım ne kadar yalnız olduğumu. Çok mu geç? Yüreğimde bi savaştır gidiyor, belki de duymuşsundur, bu boşluğa karşı çıkışını... Halbuki dolu olmalı, ona koşup anlatabilirdi, diğer kalpler gibi bir sevdayı barındırmalı. Sevdayla dolup taşmalı. Ilık bir bahar günü olmalı… Gel ve taht kur gönlüme, her kim olursan ol ve bütün bir nehir ayaklarını kaplasın, yükseldikçe yükselsin, dizlerini girdaplara kaptırsın ve kendine doğru çeksin tüm bedenini ve kalbini de.
Fakat sadece titreyen elini gözüne doğru getirdi ve odanın öte yanında kendi halinde, çömelmiş oturan kadına baktı. Bir heykel gibi kımıldamadan duruyordu. Basit laflar ve sarılmalarla, tuhaf bir şeye- başından beri sanki yalnızca ondan kaçıp durmuş bir şeye-, bir dakika daha geçseydi, içini dökmeye yeltenebileceği düşüncesiyle kendini mahçup ve yorgun hissetti…
Gün ışığı şöminenin ordaki en uzak kaba değiyordu. Vakit öğleden sonrayı geçiyordu. Yarın bu vakitlerde güzelce çakılla döşenmiş yollarda arabasını insanların başına gelmiş şeylerin üzerinden, olayların oluşundan da hızlı bir şekilde, sürüyor olacaktı. Bir sonraki günü düşününce memnun oldu ve anladı ki yaşlı bir kadına sarılacak zaman değildi. Kanının harekete geçip hızla uzaklaşmak için hazırlandığını şakaklarının hareketinden duyumsuyordu.
“Sonny arabanı çoktan yukarı çekmiştir.” dedi kadın. “Çok geçmeden getirir kayalıktan.”
“Güzel!”diye bağırdı şevkle, âdetten.
Yine de uzunca bir zaman beklemiş gibiydiler. Hava kararmaya başladı. Bowman sandalyesinde kasılmış kalmıştı. Herhangi biri beklerken kalkıp dolanırdı herhalde. Böylesi bir hareketsizlik ve sessizlik suçluluk türünden bir şeyi barındırıyordu.
Fakat kalkmak yerine dinledi… Nefesi bastırılmış, gözlerinin feri gitmiş, giderek büyüyen karanlıkta, huzursuzca bir uyarı sesi bekledi, ne olabileceğini ihtiyattan unutmuş halde. Çok geçmeden duydu bir şey-hafif, aralıksız ve üstü kapalı.
“Bu ses de ne?” diye sordu, sesi karanlığa atlarken. Sonra da hiddetle, sessiz odada bu kadar açık seçik duyulanın kalbinin atışı olabileceğinden ve kadının da bunu dile getirmesinden korktu.
“Derenin sesini duyuyorsundur” dedi kadın gönülsüzce. Masanın orda dikiliyordu. Bowman yine kadının neden lambayı yakmadığını düşündü. Kadın orada karanlıkta dikiliyor ve lambayı yakmıyordu.
Bowman o anda kadınla hayatta konuşamazdı, zamanı geçmişti. Karanlıkta uyuyacağım herhalde, diye düşündü, kendi kendine acımasına hayret ederken.
Kadın, ağır ağır pencereye yaklaştı. Kolu, belli belirsizce beyaz, yukarı kalktı ve karanlığı işaret etti.
“Şu beyaz nokta Sonny.” dedi, kendi kendine konuşarak.
Bowman gönülsüzce döndü ve kadının omuzları üzerinden gözetledi; kalkıp onun arkasında durmaya çekindi. Gözleri loş havayı yokladı. Beyaz nokta sakin sakin kadının parmağına doğru salınıyordu, nehrin üzerinde bir yaprak gibi, karanlıkta git gide beyazlaşarak. Sanki kadın ona gizli bir şey göstermiş, hayatından bir parça, fakat hiçbir açıklama getirmemişti. Yüzünü yana çevirdi. Neredeyse gözyaşlarına boğulacaktı, hiç sebep yokken, kadının kendininkine eş değer sessiz bir açıklama yaptığını hissediyordu. Elleri göğsünün üzerinde bekledi.
Ardından bir adım evi sarstı ve Sonny odadaydı. Bowman kadının onu oracıkta bırakıp nasıl da diğer adamın yanına gittiğini hissetti.
“Arabanızı çıkardım bayım.” dedi Sonny’nin sesi karanlıkta. “Nereden gelmişse oraya geri dönmek üzere beklemeye koyuldu yolda.”
“Güzel!” dedi Bowman, sesini yüksek çıkarmaya gayret ederek. “Size kesinlikle çok şey borçluyum-kendi başıma hayatta yapamazdım- hastaydım…”
“Benim için kolay oldu” dedi Sonny.
Bowman ikisinin karanlıkta beklediğini hissedebiliyordu ve köpeklerin avluda hızlı hızlı soluyuşlarını duyuyordu, gitmesi gerektiği vakit havlamak üzere. Tuhaf bir şekilde çaresiz ve gücenmiş hissetti. Tam da artık gidebileceği anda o kalmak istiyordu. Neyden yoksun bırakılıyordu? Kalbinin şiddetinden göğsü sertçe sarsıldı. Bu insanlar burada onun göremediği bir şeyi yaşatıyorlardı, kadim bir yemek, sıcaklık ve aydınlık umudunu ellerinde tutuyorlardı. Aralarında bir anlaşma vardı. Kadının ondan Sonny’ye doğru yönelip gidişini düşündü, ona doğru akmıştı adeta. Soğuktan titriyordu, yorgundu ve bu adil değildi. Mütevazice ama yine de sinirli bir şekilde elini cebine soktu.
“Tabii ki size her şey için borcumu ödeyeceğim-“
“Böyle bir şey için para almayız.” dedi Sonny’nin sesi kızgın bir şekide.
“Ödemek istiyorum. Hem de daha fazlasını yapmak… Kalmama izin verin-bu gece…” Onlara doğru bir adım daha attı. Bir görebilselerdi onu, içtenliğini, asıl ihtiyacını anlarlardı! Sesi devam etti, “Daha tam toparlanamadım, pek uzağa yürüyebilecek durumda değilim, arabama kadar bile, belki de, bilmiyorum-tam olarak nerede olduğumu bilmiyorum-“
Durdu. Göz yaşlarına boğulacakmış gibi hissetti. Kimbilir ne düşünürlerdi hakkında!
Sonny geldi başına ve ellerini gezdirdi üzerinde. Bowman, ellerinin (onlar da uzmandı) göğsünün üzerinden dudaklarına geçtiğini gördü. Sonny’nin gözlerini üzerinde hissediyordu, karanlıkta.
“Buraya sinsice gelen bir gümrük memuru değilsin ya bayım, silahın falan yok ya?
Bu cehennemin dibine! Ama yine de o gelmişti. Ciddi bir şekilde cevap verdi. “Hayır.”
“Kalabilirsin.”

“Sonny” diye seslendi kadın, “Biraz ateş kapıp getirmen lazım.”
“Gidip de Redmond’lardan alıp getireyim.” dedi Sonny.
“Nasıl?” Bowman birbirlerine söylediklerini duymaya çabaladı.
“Ateşimiz söndü, Sonny’nin gidip getirmesi lazım, malum, karanlık ve hava soğuk.” dedi kadın.
“Ama kibrit-bende kibrit var-“
“İhtiyacımız yok onlara.” dedi kadın gururla. “Sonny kendi ateşinin peşinden gider.”
“Redmond’lara gidiyorum.” dedi Sonny, kibirli bir edayla ve çıktı.
Bir süre beklemelerinin ardından Bowman pencereden dışarı baktı ve tepenin üzerinde kımıldanan bir ışık gördü. Küçük bir pervaneymişçesine yayılıyordu. Tarla boyunca zikzak çiziyordu, atılarak ve süratle, pek de Sonny’yi andırmayan bir şekilde... Çok geçmeden Sonny sendeleyerek girdi, elinde ardındaki maşada yanan bir sopayla, ateş odanın herbir köşesini parıldatarak peşisıra süzülürken.
“Şimdi ateş yakacağız.” dedi kadın, kızgın demiri alırken.
Bu yapılınca da lambayı yaktı. Lamba karasını ve ışıltısını gösterdi. Odanın heryeri bir çeşit çiçekmişçesine altın sarısına döndü, duvarlar da kokusunu aldı ve sanki titrediler alevin sessiz akını ve bacasında yanan fitilin dalgalanışıyla.
Kadın demir kapların arasında dolandı. Elindeki maşalardan demir kapakların tepesine kızgın korlar attı. Uzaklardaki bir zilin sesi gibi hafif bir titreşim dizisi çıkardılar.
Kafasını kaldırıp Bowman’a baktı fakat Bowman cevaplayamadı. Titriyordu…
***
“Bir şey içer miydiniz bayım?” diye sordu Sonny. Öbür odadan bir sandalye getirmiş, bacaklarını ayırıp kollarını bağlayıp geriye doğru kaykılmıştı. Artık herkes birbirini görebilir, diye düşündü Bowman ve haykırdı, “Evet efendim, elbette, teşekkürler!”
“Arkamdan gel ve ben ne yapıyorsam aynısını yap.” dedi Sonny.
Karanlığa doğru bir gezi daha. Koridor boyunca ilerlediler, evin arka tarafına doğru, bir sundurma ve başlıklı bir kuyuyu geçtiler. Bir çalı kalabalığına geldiler.
“Dizlerinin üstünde çök” dedi Sonny.
“Nasıl?” Alnından ter boşandı.
Sonny’nin çalıların toprağın üstünde oluşturduğu bir çeşit tünel boyunca süründüğünü görünce anladı. Onu takip etti, kendisine rağmen, bir dal ya da diken usulca, hiçbir ses çıkarmadan dokunduğunda, tutunup eninde sonunda bıraktığında, afallıyordu.
Sonny sürünmeyi bıraktı, dizlerinin üzerinde çömeldi, iki eliyle birden toprağı kazmaya başladı. Bowman çekinerek kibrikleri çaktı ve ateş yaktı. Birkaç dakika geçmeden Sonny bir testi çekip çıkardı. Viskinin bir kısmını paltosunun cebinden çıkardığı şişeye doldurdu sonra da testiyi yeniden gömdü. “Kimin kapını çalacağı hiç belli olmaz” dedi ve güldü. “Dönüyoruz geri.” dedi, neredeyse resmi bir şekilde. Domuzlar gibi dışarlarda içmemize lüzum yok.”
Masada, ateşin yanıbaşında, sandalyelerinde karşılıklı otururlerken, Sonny ve Bowman içkiyi şişeden doldurup birbirlerine uzattılar. Köpekler uyuyordu; biri rüya görüyordu.
“İşte bu güzel.” dedi Bowman. “Bu tam da ihtiyacım olan şey.” Sanki doğrudan şömineden alevi içiyordu.
“Kendisi yapar içkiyi.” dedi kadın sessiz bir gururla.
Kapların üzerindeki korları iteliyordu, odayı mısır ekmeği ve kahve kokusu sarmıştı. Her şeyi masanın üstüne, adamların önüne koydu, patateslerden birine altın sarısı lifini yararak saplanmış kemik saplı bir bıçakla. Sonra da onlara bakarak bir süre durdu orada, uzun ve etine dolgun, oturdukları yerden yukarıda. Onlara doğru eğildi biraz.
“Buyrun yemeğe.” dedi ve ansızın gülümsedi.
Bowman daha ancak bakıyordu kadına. Kupasını masaya geri koydu, inanmaz bir karşı çıkış halinde. Bir sızıdır çöktü gözlerine. Kadının yaşlı olmadığını gördü. Gençti, daha gençti. Yaşıyla ilgili hüküm veremedi. Sonny’yle aynı yaşta ve ona aitti. Kadın, ardında odanın koyu kara köşesiyle duruyordu, hareketli sarı ışık başı üzerinde yayılıyor ve gri, biçimsiz elbisesi, ani bir temasla onlara doğru eğilirken uzun vücudu üzerinde titreşiyordu. Gençti. Dişleri parlıyor ve gözleri parıldıyordu. Kadın döndü, yavaş ve ağır ağır odadan çıktı, Bowman karyolaya oturuşunu ve sonra da uzanışını işitti. Yorganın üzerindeki motif kımıldandı.
“Bebeği olacak.” dedi Sonny ağzına bir lokma tıkıştırırken.
Bowman konuşamıyordu. Bu evde gerçekten olan şeyin ne olduğunu öğrendikten sonra afallamış kalmıştı. Evlilik, bereketli bir evlilik. Bu basit şey işte. Herkes buna sahip olabilir.
Her nasılsa kızgın olmaktan ya da itiraz etmekten acizdi, ona bir çeşit oyun kesinlikle oynanmış olsa da. Anlaşılmaz ya da gizemli bir şey yoktu ortada-sadece özel bir şey vardı. Tek sır, iki insan arasındaki o kadim iletişimdi. Fakat kadının soğuk şöminenin başında sessizce bekleyişi, adamın ateş getirmek için bir mil öteye kararlı seferi ve sonunda yemek ve içkilerini getirip odayı gururla gösterebilecekleriyle doldurmalarının hatırası bir anda öyle aşikar ve muazzamdı ki tepki veremedi...
“Göründüğün kadar aç değilsin.” dedi Sonny.
“Adamlar yemeğini bitirir bitirmez kadın yatak odasından çıkıp geldi, kocası huzur içinde ateşi seyre dalmışken akşam yemeğini yedi.
Sonra artan yemekle birlikte köpekleri dışarı çıkardılar.
“Sanırım buracıkta, yerde, ateşin başında uyusam iyi olur.” dedi Bowman.
Aldatılmış gibi ve artık cömert olmaya gücü yetecekmiş gibi hissetti. Hasta olmasına rağmen yataklarını istemeyecekti. Bu evde iyilik aranıp duramazdı artık orada aslında ne olduğunu anladığından.
“Elbette bayım.”
Fakat ne kadar yavaş algıladığını henüz bilmiyordu. Onların zaten yataklarını vermek akıllarında yoktu. Az bir zaman sonra ikisi de ayağa kalktı, Bowman’a ciddi bir ifadeyle bakıp odalarına gittiler.
Azalıp sönene kadar ateşin yanıbaşına uzandı. Alevlerin yalayıp sönüşlerinin her bir uzantısını izledi. “Ocak ayı boyunca tüm ayakkabılarda özel bir indirim olacak” diye sessizce tekrarlarken buldu kendini sonra da ağzı sımsıkı kapalı uzanmaya devam etti.
Ne de çok gürültüsü vardı gecenin! Derenin akışını duyuyordu, alevin sönüşünü ve artık emindi ki kalbinin atışını, kaburgalarının altında çıkardığı sesi de duyuyordu. Koridorun öbür tarafındaki odalarında adamla karısının hızlı ve derin nefes alıp verişlerini duyuyordu. Hepsi buydu. Fakat duygu azimle kabardı içinde, çocuğun ondan olmasını arzuladı.
Önceden her nerede ise oraya dönmesi gerekiyordu. Bitkin bir halde kızgın korların önünde dikildi ve paltosunu giydi. Ağırlığı çok fazla geldi omuzlarının üzerinde. Gitmeye koyulduğunda baktı ve kadının lambayı temizlemeyi hiçbir suretle bitirmediğini gördü. Ani bir dürtüyle cüzdanındaki tüm parayı lambanın fitilli camdan tabanına neredeyse havalı bir edayla koydu.
Mahçup, omzunu hafifçe silkip sonra da ürpererek çantalarını aldı ve dışarı çıktı. Havanın ayazı yürütüyordu sanki bedenini. Gökte ay vardı.
Yamaçta koşmaya başladı, duramıyordu. Tam arabasının ayışığında bir kayıkmışçasına durduğu yola ulaştığında kalbi korkunç şekilde atmaya başladı, tıpkı bir tüfek gibi, bam bam bam.
Korkudan yola yığıldı, çantaları yanına düşerken. Sanki bunların hepsi önceden olmuş gibi hissetti. İki eliyle birden örttü kalbini kimse çıkardığı sesi duymasın diye.
Oysa hiçkimse duymadı.

Çeviren: Gül Şahin
"Death of a Traveling Salesman"

Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

öncelikle bu uzun çaba için Gül'e teşekkür etmeli. Öykünün kahramanı yalnız, iç konuşmalara ve tedirgin bir tuh haline sahip biri. Uzun süren yalnızlığı da onun karşısındakileri (özellikle karşı cins birisini) algılayışını epey değiştirmiş.
Pazarlamacı sözü bizde hem seyyar olanı, hem de mağaza merkezli olanı çağrıştırabiliyor; yani bunu ayırmıyoruz pek. Günümüzde ürün temsilcisi, satış uzmanı gibi zorlama ünvanlar getirilse de ben "pazarlamacı" sözünün yeterli olacağını düşünüyorum.

""
Bir görüşte bir kadının yaşıyla ilgili otomatik olarak hüküm veren Bowman, kadının yaşını elli olarak belirledi.

""
Serinlik için can atıyordu epeydir hiç olmazsa bu oda soğuktu.

Bu iki cümlenin çok net olmadığını düşünüyorum, sen ne dersin Gül? Bir sıkıntı sezdin mi sen de?


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Cihan abi de takıldığım cümlelerden ikisine parmak basmış, iyi oldu. Smile
İlk cümlede öncelikle Bowman'ın alışkanlığı olan, genelde yaptığı bir durum ve arkasından da kendinden emin bir tavır geliyor kadının yaşını saptarken. Net olmayışı cümlenin gereken vurgulardan yoksun olmasından sanırım. Şöyle nasıl olur acaba?:
"Bir kadının yaşını ilk bakışta saptamaya alışkın olan Bowman kadının yaşını elli olarak belirledi." 'Belirlemek' dışında uygun düşecek ya da daha etkili başka bir fiil olabilir mi?
İkinci cümlede de 'serinlik', 'serinliğe can atmak' eğreti duruyor gibi. Burda da önce ne zamandır serinlemeye ihtiyaç duyduğunu ve o an içinde olduğu odanın soğuk oluşunun iyi geldiği anlamını vermek lazım. Belki ufak bir değişiklikle netleştirilebilir:
"Serinlemek için yanıp tutuşuyordu ne zamandır neyse ki odanın içi soğuktu."


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Evet Gül, ikinci cümle bence daha doğru oldu ama ilk cümlede emin değilim :?:


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Bugün çeviriye biraz daha bakabildim. Önerilerimi ve düşüncelerimi elimden geldiğince özet biçiminde aktarıyorum:

""

Fakat ne bu tepeyi ne de bu miyadını dolduran patikayı –ne de şu bulutu, diye düşündü, çabucak yukarı sonra da aşağı bakarak- bu günü gördüğünden daha önce görmemişti. Ne diye açıkça kaybolduğunu ve millerce ötede olduğunu kabul etmiyordu?...

But he had never seen this hill or this petering-out path before-or that cloud, he thought shyly, looking up and then down quickly-any more than he had seen this day before. Why did he not admit he was simply lost and had been for miles?...

Fakat ne bu tepeyi, ne bu miyadını dolduran patikayı -ne de şu bulutu, diye düşündü utangaçça çabucak yukar sonra da aşağı bakarak- bugün gördüğü kadar uzun süre görmemişti. Neden kaybolduğunu ve aslında kilometrelerdir bu durumda olduğunu açıkça kabul etmiyordu?..


""
Frene bastı. Fakat tüm gücüyle yüklenmesine rağmen durmadı. Araba uca doğru yan yattı ve biraz yuvarlandı. Belli ki yokuş aşağı gidiyordu.

İlk iki cümlede frene bastıktan sonra durmayanın araba mı yoksa adam mı olduğu pek anlaşılmıyor. Aslında tabii anlaşılmayacak bir şey yok, arabanın durması gerekiyor, ama yine de okurken kulağa garip geliyor biraz. Bir de arabanın yuvarlanmadığını (takla atmadığını) biliyoruz. O nedenle roll'un yuvarlanmak anlamı yerine "yalpalamak" anlamı burada daha uygun olabilir.

""
Usulca dışarı çıktı, sanki ona bir kötülük yapılmış da hatırlama şerefine ermiş gibi.

He got out quietly, as though some mischief had been done him and he had his dignity to remember.

Usulca dışarı çıkıt; sanki kendisine bir kötülük edilmiş de ağırbaşlılığı elden bırakmaması gerekiyormuş gibi.


""
Çantasını ve kutusunu çekip çıkardı ve bir kenara koydu; geri çelikip arabanın tepenin ucundan aşağı yuvarlanışını izledi.

Buradaki kutunun bir "numune kutusu" (sample box) olduğu bilgisi çeviride atlanmış. Bir de araba (daha sonra kurtarılabildiği düşünülürse) yuvarlanmıyor da kayıyor olmalı gibi geliyor. Ne dersin?

""
Oldukça tatsız bir halde şöyle bir bakmak için gitti ve arabasının uçsuz bucaksız, kolu kalınlığındaki asmaların düğümüne takıldığını gördü, arabayı yakalayıp tutmuş ve kara bir beşikteki garip bir çocuk gibi sallıyordu ve sonra, Bowman izlerken, onun hala içinde olmadığının her nasılsa ayırdına varmış ve arabayı usulca yere bırakıvermişti.

Bu cümle orijinal metinde de çok uzun. Vu böyle uzun olması aslında anlatıma çok şey katıyor. Ama belki çevirirken bölmek anlamı vermeyi kolaylaştırabilir. Pek emin olamadım. Öte yandan "grotesque" kelimesinin "garip" diye çevrilmesi bana doğru görünmedi. Ben olsam ya "grotesk" diye bırakırdım (ki bu Türkçede de kullanılan bir kelime) ya da "gülünecek derecede acayip" gibi daha açıklayıcı bir ifade kullanırdım. Belki Barış bu konuda bir yorum yapmak ister...

""
Bir ev vardı, tepenin ardında.

There was the house, back on the hill.

Geride, tepedeki evi gördü.

""
Ateşlenmiş bir roket gibi hoplamaya ve beynine akın eden düzensiz kalp atışlarına dönüşmeye başladı ve düşünemiyordu. Savrulup düşerken kalbi hiç ses çıkarmadı.

Like a rocket set off, it began to leap and expand into uneven patterns of beats which showered into his brain, and he could not think. But in scattering and falling it made no noise.

Ateşlenmiş bir roket gibi sıçramaya ve beynine bir sağanak gibi yağan düzensiz kalp atışlarına dönüşmeye başladı. Düşünemiyordu. Kalbi saçılıp düşerken hiç ses çıkarmadı.


Bu cümlelerde daha çok Bowman'ın kalbinden söz ediliyor. İngilizcesinde birinden "he" birinden "it" diye söz edildiği için anlamak zor olmuyor. Ama çevirirken bu ayrıntıları verebilmek için bazı eklemeler yapmak kaçınılmaz hale geliyor. Bu paragrafı o açıdan tekrar düşünmek gerek sanırım.

""
Kafası karışık bir halde kımıldamadan öylece dururken çantalarını düşürdü, havada zarifçe ağır yükler halinde salınıp eşiğin yamacındaki çelimsiz otlara kendilerini hafifçe bırakıverdiler sanki.

Burada "drop" düşmek anlamıyla değil "bırakmak" anlamıyla kullanılmış bence. Bowman çantalarını düşürmüyor, bırakıyor...

""
Bir görüşte bir kadının yaşıyla ilgili otomatik olarak hüküm veren Bowman, kadının yaşını elli olarak belirledi.

Bowman, who automatically judged a woman’s age on sight, set her age at fifty.

Bir kadını görür görmez istemsizce yaşını saptayıveren Bowman, kadının yaşının elli olduğuna karar verdi.

""
“Hastaydım. Henüz tam iyileşmedim… Gelebilir miyim?”

“Hastaydım. Henüz tam iyileşmedim… İçeri girebilir miyim?”

""
Serinlik için can atıyordu epeydir hiç olmazsa bu oda soğuktu.

He had ached for coolness, but in this room it was cold.

Serinlik için epeydir can atıyordu, ama bu oda düpedüz soğuktu.

""
Yaşlı sesini, konuşkan, kendinden emin, yıllardır ayakkabı satmaktan değişmiş, böyle bir soruyu -bilmek bile istemediği- sorarken duyunca şaşırdı.

He was surprised to hear his old voice, chatty, confidential, inflected for selling shoes, asking a question like that -a thing he did not even want to know.

Kendi konuşkan, güven veren, ayakkabı satmaktan tonu bile değişmiş yaşlı sesini böyle -merak bile etmediği- bir konuda soru sorarken duymak onu şaşırttı.

""
Kafasında ve vücudunda olup bitenler dışında hiçbir şeyin olmadığı bir ay geçrmişti. Geri gelen kalp atışları ve rüyaların neredeyse duyulamaz hayatı, ateş ve mahremiyetten bir hayat, onu güçsüz bırakan kırılgan bir hayat ta ki—neye kadar? Yalvarmaya.

He had lived a month in which nothing had happened except in his head and his body-an almost inaudible life of heartbeats and dreams that came back, a life of fever and privacy, a delicate life which had left him weak to the point of-what? Of begging.

Kal atışlarının ve yeniden ortaya çıkan rüyalardan ibaret sessiz bir hayat, yüksek ateş ve yalnızlık dolu bir hayat. Kırılgan bir hayat ki onu gittikçe güçsüzleştirerek bu noktaya getiren. Yalvarma noktasına.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Ve son olarak:

""
“Ödemek istiyorum. Hem de daha fazlasını yapmak… Kalmama izin verin-bu gece…”

“I want to pay. But do something more. . . . Let me stay-tonight. . . .”

"Ödemek istiyorum. Ama bir şey daha yapın... Bu gece burada kalmama izin verin...

""
Ani bir dürtüyle cüzdanındaki tüm parayı lambanın fitilli camdan tabanına neredeyse havalı bir edayla koydu.

On some impulse he put all the money from his billfold under its fluted glass base, almost ostentatiously.

Ani bir dürtüyle cüzdanındaki bütün parayı fiyakalı denebilecek bir hareketle lambanın oluklu camdan yapılmış tabanının altına koydu.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

""
Fakat ne bu tepeyi, ne bu miyadını dolduran patikayı -ne de şu bulutu, diye düşündü utangaçça çabucak yukarı sonra da aşağı bakarak- bugün gördüğü kadar uzun süre görmemişti. Neden kaybolduğunu ve aslında kilometrelerdir bu durumda olduğunu açıkça kabul etmiyordu?..

Burada ilk cümledeki değişiklikle doğrudan farklı bir anlam geliyor cümleye; "He had never seen this hill before any more than he had seen this day before." 'Bugün gördüğü kadar uzun süre görmemişti' devamıyla da çelşiyor; arkasından gelen cümlede buraları daha önce hiç görmediğini fark etmesiyle birlikte kaybolduğunu anlıyor. Daha önce görüp bugün sadece daha uzun görmesi gibi bir durum uyuşmuyor kaybolmuş olmasıyla diye düşünüyorum.
İlk cümlenin aynı kalmasından yanayım ama ikinci cümledeki değişiklik gerekliymiş. Smile
"He was simply lost and had been for miles." Benim düşündüğümün (kaybolduğu ve millerce ötede olduğu) aksine kilometrelerdir bu durumda olduğu anlaşılıyor.

"roll" için 'yalpalamak' gerçekten de daha uygun düşüyor çünkü araba Bowman'ın o sırada inmesine izin verecek ölçekte bir durumdan geçiyor; yuvarlanıyor olsa inemezdi zaten.

Kutu yerine'numune kutusu' ve yuvarlanıyor yerine 'kayıyor' önerisi için de aynı fikirdeyim.

İçinde 'grotesque' geçen uzun cümle birkaç cümleye bölünse nasıl olur diye çevirirken düşünmüştüm ama bu çevirdiğim haliyle kalması daha iyi gibi çünkü olayın akışında, heyecanında bir kesinti olmuyor, orijinalinde de böyle. 'Garip' kelimesi burada beni de tatmin etmemişti; 'gülünecek derecede acayip' olabilir.

""
Ateşlenmiş bir roket gibi sıçramaya ve beynine bir sağanak gibi yağan düzensiz kalp atışlarına dönüşmeye başladı. Düşünemiyordu. Kalbi saçılıp düşerken hiç ses çıkarmadı.

Bu cümledeki değişikliklerde ise cümlenin bölünmesi etkili olmuş; 'Düşünemiyordu.' başlı başına bir cümle olunca 've düşünemiyordu' ya göre daha iyi, vurgulu aktarıyor adamın durumunu.

""
Kalbi saçılıp düşerken hiç ses çıkarmadı.
Good

'drop': bırakmak; tekrar baktıktan sonra aynı fikirdeyim.

""
Kalp atışlarının ve yeniden ortaya çıkan rüyalardan ibaret sessiz bir hayat, yüksek ateş ve yalnızlık dolu bir hayat. Kırılgan bir hayat ki onu gittikçe güçsüzleştirerek bu noktaya getiren. Yalvarma noktasına.

Burada ilk cümlenin olmayışı çevirirken getirilen yeni bir öneri mi? Ya da gözden mi kaçtı ya da o kısım değişmese de olur demek mi? Smile Burada da cümlenin bölünmüş olması herhangi bir şeyi bozmuyor aksine yine anlatım daha etkili hale gelmiş. Özellikle de sözdizimindeki değişiklikler ve 'hayat'ı niteleyen sıfatlardaki değişiklikle 'çeviri kokan' halinden uzaklaşmış, daha doğal bir anlatım gelmiş. Sadece son kısımdan emin olamadım: orijinalinde soru cümlesi ya da en azından sonunda beliren bir soru tınısı var, bunu doğrudan kaldırmak ne derece doğru bilmiyorum. Çevirirken değiştirmeli bir şeyleri ama nereye kadar değiştirmeli? Bu soru içinden çıkılmaz gibi görünüyor şu anda benim için.

Genel olarak da böylesine yararlı düzeltiler için çok teşekkürler. Flowers


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

gül dedi ki:
Burada ilk cümledeki değişiklikle doğrudan farklı bir anlam geliyor cümleye; "He had never seen this hill before any more than he had seen this day before." 'Bugün gördüğü kadar uzun süre görmemişti' devamıyla da çelşiyor; arkasından gelen cümlede buraları daha önce hiç görmediğini fark etmesiyle birlikte kaybolduğunu anlıyor. Daha önce görüp bugün sadece daha uzun görmesi gibi bir durum uyuşmuyor kaybolmuş olmasıyla diye düşünüyorum.
İlk cümlenin aynı kalmasından yanayım ama ikinci cümledeki değişiklik gerekliymiş. Smile

Burada cümleyi farklı anladığımız anlaşılıyor. Ben Bowman'ın kaybolduğunu fark etmesine yardımcı olan unsurlardan birinin de tepeleri uzun bir süre görmeye devam etmesini anlıyorum. Doğru yolda gitseydi yalnızca yarım saat göreceği tepe manzarasını iki saat boyunca seyretmeye devam etmek gibi. Ama yanılıyor olabilirim tabii.

gül dedi ki:
""
Kalp atışlarının ve yeniden ortaya çıkan rüyalardan ibaret sessiz bir hayat, yüksek ateş ve yalnızlık dolu bir hayat. Kırılgan bir hayat ki onu gittikçe güçsüzleştirerek bu noktaya getiren. Yalvarma noktasına.

Burada ilk cümlenin olmayışı çevirirken getirilen yeni bir öneri mi? Ya da gözden mi kaçtı ya da o kısım değişmese de olur demek mi? Smile

Gözden kaçmış, kusura bakma. O ilk cümleyle ilgili bir önerim yok.

gül dedi ki:
Burada da cümlenin bölünmüş olması herhangi bir şeyi bozmuyor aksine yine anlatım daha etkili hale gelmiş. Özellikle de sözdizimindeki değişiklikler ve 'hayat'ı niteleyen sıfatlardaki değişiklikle 'çeviri kokan' halinden uzaklaşmış, daha doğal bir anlatım gelmiş. Sadece son kısımdan emin olamadım: orijinalinde soru cümlesi ya da en azından sonunda beliren bir soru tınısı var, bunu doğrudan kaldırmak ne derece doğru bilmiyorum. Çevirirken değiştirmeli bir şeyleri ama nereye kadar değiştirmeli? Bu soru içinden çıkılmaz gibi görünüyor şu anda benim için.

Bu bayağı zor bir soru ve öyle sanıyorum ki bu mesleği seçenlerin bu soruyu sık sık cevaplaması gerekecek. Ama zor olduğu kadar da cevaplaması heyecan verici, eğlenceli bir soru. Kolay gelsin Smile

gül dedi ki:
Genel olarak da böylesine yararlı düzeltiler için çok teşekkürler. Flowers
My pleasure Flowers


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Öyküyü okumaya başladım sonra mesajların neler olduğuna şöyle bir göz atayım dediğimde ise Eren ile çeviri üzerine yürüttüğünüz ve eminim keyifli olan çalışmayı fark ettim. Ben de öyküyü okumayı bitirmek için çalışmanızın tamamlanmasını beklemeye karar verdim. Ama lütfen bir an önce bitirin. Merak etmekteyim bu pazarlamacının nasıl öldüğünü. Utangaç