UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

07 Şub 2010
gül

Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü
Eudora Welty

On dört yıl boyunca bir ayakkabı firması için Mississipi’de bir uçtan bir uca seyahat eden R. J. Bowman, girdili çıktılı toprak yol boyunca Ford’unu sürüyordu. Uzun bir gündü! Vakit öğle engelini aşıp da hoş bir öğleden sonraya geçecek gibi görünmüyordu. Güneş, burada kışın bile gücünden bir şey kaybetmemiş, gökyüzünde tam tepede duruyordu ve Bowman ne zaman tozlu arabasından yola bakmak için kafasını çıkarsa, uzunca bir kol aşağı uzanıp şapkasından içeri nüfuz edip –uzun zamandır yollarda olan bir seyyar satıcının el şakası misali- kafasının tepesine abanıyormuş gibiydi. Bu, onu daha da kızgın ve çaresiz kılıyordu. Telaşlıydı ve yolu da tam olarak bilmiyordu.
Uzunca bir grip döneminden sonra yollardaki ilk günüydü. Çok yüksek ateşi vardı ve rüyaları. Güçsüz düşmüş, solgun bir haldeydi, aynada farkı görecek kadar ve sağlıklı düşünemiyordu… Tüm öğleden sonra, öfkesiyle kuşatılmış halde ve sebebsizce ölen büyükannesini düşündü. Sakin, huzurlu bir insandı. Bir kez daha Bowman, onun odasındaki tüy yatağa kendini atmak istedi… Sonra onu tekrar unuttu.
Bu ıssız tepe diyarı! Yanlış yönde gidiyor gibiydi –sanki geriye, çok gerilere gidiyordu. Görünürde tek bir ev yoktu… Hala yataklarda olmayı ummasının da bir anlamı yoktu yine de. Otel doktoruna hesabını ödeyerek iyileştiğini kanıtlamıştı. O hoş, talimli hemşire veda ederken bile üzülmemişti. Hastalığı sevmezdi, güvensizlik duyardı tıpkı yön tabelası olmayan yollara güvenmediği gibi. Sinirlenirdi. Hemşireye sırf eşyalarını toplayıp ayrılıyor diye çok pahalı bir bilezik vermişti.
Fakat şimdi – ya yollardaki on dört yıl boyunca daha önce hiç hasta olmamış ve hiç kaza yapmamışsa? Hafızası bitap durumdaydı ve neredeyse onu sorgulamaya bile başlamıştı… Zamanla daha iyi otellerde, daha büyük kentlerde kalmıştı ama hepsi de yazları ilanihaye ve boğucu, kışları da esintili değil miydi? Kadınlar? Sadece ufacık odaların içinde ufacık odalar hatırlıyordu, Çin işi kutuların yuvası misali. Bir kadın düşündü müydü, gördüğü o odanın köhne yalnızlıkla örülü eşyalarıydı. Kendisiyse – sürekli geniş kenarlı siyah şapkalar giyen bir adamdı; eğri büğrü otel aynalarında boğa güreşçisi gibi görünürdü rampadaki o kaçınılmaz an için durduğunda, akşam yemeği için aşağı inerken… Arabanın camından bir kez daha dışarı sarktı ve güneş yine kafasına abandı.
Bowman uyuyup yorgunluğunu atmak için, hava karardığında Beulah’a varmak istiyordu. Hatırladığı kadarıyla, Beulah en son geçtiği kasabadan elli mil uzaktaydı, çakıllı bir yol üzerinde. Bu, yalnızca bir inekyoluydu. Nasıl gelmişti ki zaten böyle bir yere? Bir eli yüzündeki teri silerken sürmeye devam etti.
Beulah’a daha önce gitmişti. Fakat ne bu tepeyi ne de bu miyadını dolduran patikayı –ne de şu bulutu, diye düşündü, çabucak yukarı sonra da aşağı bakarak- bu günü gördüğünden daha önce görmemişti. Ne diye açıkça kaybolduğunu ve millerce ötede olduğunu kabul etmiyordu?... Yabancılara yol sorma alışkanlığı da yoktu ve bu kimseler asla üzerinde yaşadıkları yolların nereye vardığını bilmezlerdi; bir taraftan da birine seslenecek mesafede bile bulunmamıştı. Ara ara tarlalarda ya da ot yığınlarının üzerinde eğik dal parçaları yahut otları andırırcasına dikilen insanlar, köylerinin berisindeki arabanın ıssız tıngırtısından yana şöyle bir dönüp, yol boyunca kocaman pelteler gibi yığınlar oluşturan kışın solgun, gösterişsiz tozunu toprağını izlerken hep çok uzakta kalmışlardı. Bu uzaktaki insanların bakışları kararlı bir şekilde, aşılmaz bir duvar gibi takip ediyordu onu ta ki o geçip gittikten sonra duvarın ardında kalan bakışlarıyla geriye dönmelerine dek.
Bulut, büyükannesinin yatağındaki uzunca yastık gibi bir tarafa doğru süzüldü. İki çıplak ağacın havada sıkıca tutunduğu tepenin ucundaki barakaya doğru uzandı. Ölü meşe yaprakları yığınının üzerinden geçerek sürmeye devam etti, tekerlekleri berrak ve melankolik bir ıslık çalmak için yaprakların tüy gibi kenarlarını karıştırarak yataklarından geçerken. Öncesinde bu yoldan hiç araba geçmemişti. Sonra farkına vardı ki eğimli bir vadinin, kızıl, aşınmış bir toprağın tam ucunda, ve işin aslı yolun sonundaydı.
Frene bastı. Fakat tüm gücüyle yüklenmesine rağmen durmadı. Araba uca doğru yan yattı ve biraz yuvarlandı. Belli ki yokuş aşağı gidiyordu. Usulca dışarı çıktı, sanki ona bir kötülük yapılmış da hatırlama şerefine ermiş gibi. Çantasını ve kutusunu çekip çıkardı ve bir kenara koydu; geri çelikip arabanın tepenin ucundan aşağı yuvarlanışını izledi. Bir şey duydu –kulak kesildiği büyük gürültüyü değil de derinlerden abartısız bir çatırtı. Oldukça tatsız bir halde şöyle bir bakmak için gitti ve arabasının uçsuz bucaksız, kolu kalınlığındaki asmaların düğümüne takıldığını gördü, arabayı yakalayıp tutmuş ve kara bir beşikteki garip bir çocuk gibi sallıyordu ve sonra, Bowman izlerken, onun hala içinde olmadığının her nasılsa ayırdına varmış ve arabayı usulca yere bırakıvermişti.
Derin bir nefes aldı.
Neredeyim ben? diye hayıflandı şaşkınlıkla. Ne diye bir şey yapmadım? Bütün öfkesi çekilip alınmış gibiydi. Bir ev vardı, tepenin ardında. İki eline de birer çanta aldı ve neredeyse çocukça bir hevesle eve doğru yola koyuldu. Fakat zar zor nefes alıyordu, ara ara durup dinlenmesi gerekti.
Tepede konumlanmış, aralarında genişçe bir koridor olan iki odasıyla, tek bir oda genişliğinde bütün odaları arka arkaya sıralanan bir evdi. Çatıyı kaplayan, yazdan kalma gibi açık ve yeşil, kümelenmiş ağır asmanın altında baraka hafiften yana eğilimli duruyordu. Koridorda bir kadın duruyordu.
Bowman kımıldamadan durdu öylece. Sonra birdenbire, kalbinin hareketleri tuhaflaştı. Ateşlenmiş bir roket gibi hoplamaya ve beynine akın eden düzensiz kalp atışlarına dönüşmeye başladı ve düşünemiyordu. Savrulup düşerken kalbi hiç ses çıkarmadı. Büyük bir güçle hatta gururla aniden hızlanıp ağlara atlayan cambazlar gibi usulca düşmüştü. Küt küt atmaya başladı, sonra sorumsuzca beklemeye koyuldu, içten içe bir alay gibi kaburgalarına vurarak, sonra gözlerine, kürek kemiğinin altlarına ve “İyi günler bayan” demeye çalışırken de ağzının ucuna. Fakat kalbini duyamıyordu, düşen küller kadar sessizdi. Aslında bu, oldukça rahatlatıcıydı; yine de Bowman’ın halihazırda kalbinin atışını hissetmesi bile şaşırtıcıydı.
Kafası karışık bir halde kımıldamadan öylece dururken çantalarını düşürdü, havada zarifçe ağır yükler halinde salınıp eşiğin yamacındaki çelimsiz otlara kendilerini hafifçe bırakıverdiler sanki.
Orada dikilen kadına gelince, ilk etapta kadının yaşlıca olduğunu gördü. Kadının kalbini duyması da mümkün olmadığından kalp atışlarını boşverip kadına daha bir dikkatli baktı tabii o dikkat dağınıklığı ve sersemlikle ağzı açık bir halde.
Kadın bir süredir lambayı temizliyordu ve yarı kararmış yarı temiz halde önünde tutuyordu. Arkasındaki karanlık koridorla birlikte gördü kadını. Yanık ama kırışıksız yüzüyle cüsseli bir kadındı; dudakları sımsıkı kapalı duruyor ve gözleri tuhaf, körelmiş bir parıltıyla Bowman’a bakıyordu. Kadının bohçaya benzeyen ayakkabılarına baktı. Yaz olsa yalın ayak olurdu… Bir görüşte bir kadının yaşıyla ilgili otomatik olarak hüküm veren Bowman, kadının yaşını elli olarak belirledi. Gri, kaba bir kumaştan, yıkanıp ütülenmeden kurutulmuş, kollarının pembe ve umulmadık biçimde tombul göründüğü bir elbise vardı üstünde.
Kadın tek bir laf etmeden sessizce lambayı tutarak duruşunu sürdürdükçe Bowman kadının güçlü bir bedeni olduğuna kanaat getirdi.
“İyi günler hanımefendi” dedi.
Boş boş baktı kadın, Bowman’a ya da ondan taraflara, sonra adamın ne diyeceği varsa dinleyebileceğini göstermek için gözlerini indirdi.
“İlgilenir misiniz bilmem ama-“ Bir kez daha denedi. “Bir kaza--arabam…”
Kadının sesi, bir gölün öbür yanından geliyormuşçasına kısık ve uzak bir tonda çıktı. “Sonny burada değil.”
“Sonny?”
“Sonny şu anda burada değil.”
Oğludur heralde—arabamı yukarı getirebilecek biri, diye düşündü, donuk bir ferahlama eşliğinde. Tepeden aşağıyı gösterdi. “Arabam hendeğin dibinde. Yardıma ihtiyacım olacak.”
“Sonny burada değil ama gelecek.”
Daha net olmaya çalışıyordu, sesi de daha güçlüydü; Bowman kadının aptal olduğunu fark etti.
Yolculuğunun ertelendikçe ertelenmesi ve can sıkıcı oluşuna Bowman pek de şaşırmadı. Bir nefes aldı ve kalbinin sessiz darbelerinin üstünden gelen sesini duydu. “Hastaydım. Henüz tam iyileşmedim… Gelebilir miyim?”
Öne doğru eğildi ve büyük, siyah şapkasını çantasının sapının üzerine koydu. Mütevazi bir hareketti, hatta neredeyse, saçma ve halsizliğine ihanetmişçesine onu vuran bir boyun eğiş. Rüzgar saçını savururken kadına baktı. Bu tuhaf tavrını daha uzun sürdürebilirdi; hiçbir zaman sabırlı bir adam olmamıştı ama hastayken ilacını beklemek üzere uysalca yastıklara gömülmeyi öğrenmişti. Kadına baktı.
Ardından kadın mavi gözleriyle ona bakıp döndü ve kapıyı açık bıraktı, hemen ardından Bowman, hareketinden eminmişçesine dimdik durdu ve onu takip etti.
İçeride, evin karanlığı bir doktorun uzman eliymişçisine dokundu. Kadın yarı temizlenmiş lambayı odanın ortasındaki masanın üzerine koydu ve o da uzman biri, bir rehbermişçesine yeşil, inek derisinden oturacak yeri olan sandalyeyi gösterdi. Kendisi de biçimsiz giysinin altında dizlerini büküp şöminenin yanıbaşına çömeldi.
Başta, Bowman umut dolu bir halde güvende hissetti. Kalbi daha sessizdi. Oda sarıçam döşemelerin kasvetiyle çevreliydi. Diğer odayı görebiliyordu, demirden bir yatağın ayağının görüntüsüyle, koridorun öbür ucunda. Yatak, bir harita ya da resmi andıran ve azıcık da büyükannesinin kızlık çağında yaptığı Roma yangını tablosuna benzeyen, kırmızı-ve-yeşil parçalı bir yorgandandı.
Serinlik için can atıyordu epeydir hiç olmazsa bu oda soğuktu. Üzerinde yanan korlar ve kenarındaki demirden kaplarla şömineye gözünü dikti. Şömine ve tüten baca, tepeleri saran taştandı, çoğunlukla arduaz. Neden ateş yanmıyor? diye meraklandı.
Ortalık sakindi. Tarlaların sessizliği sanki eve giriyor ve aşina bir şekilde evde dolanıyordu. Rüzgar açık girişi kullandı. Gizemli, sessiz ve küstah bir tehlikenin içindeymiş gibi hissetti. Ne yapmak lazımdı?... Konuşmak.
“Elimde uygun fiyata hoş bayan ayakkabıları var…” dedi.
Fakat kadın, “Sonny, burada olur birazdan. Güçlüdür. Sonny arabanızı çekecek.” diye cevapladı.
“Nerede peki şimdi?”
“Mr. Redmond’un tarlalarında.”
Mr. Redmond. Mr. Redmond. Asla karşılaşmak zorunda kalmayacağı biriydi bu, neyse ki. Her nasılsa ismi yadırgadı… Kırılganlık ve endişe alevi içinde, Bowman meçhul adamlar ve onların meçhul tarlalarından bahsetmek bile istemedi.
“İkiniz burada yalnız mı yaşıyorsunuz?” Yaşlı sesini, konuşkan, kendinden emin, yıllardır ayakkabı satmaktan değişmiş, böyle bir soruyu -bilmek bile istemediği- sorarken duyunca şaşırdı.
“Evet. Yalnızız.”
Kadının cevaplayış tarzına şaşırmıştı. Bunu söylemek uzun zamanını almıştı. Dalgın bir halde kafasını da sallamıştı. Bir tür önseziyle onu etkilemek mi istemişti? diye keyifsizce hayıflandı. Ya da sadece konuşarak ona yardım etmeyeceği anlamında mıydı? Bilinmedik şeylerin etkisini düşüşlerini kıracak bir konuşma olmadan kaldıracak durumda değildi. Kafasında ve vücudunda olup bitenler dışında hiçbir şeyin olmadığı bir ay geçrmişti. Geri gelen kalp atışları ve rüyaların neredeyse duyulamaz hayatı, ateş ve mahremiyetten bir hayat, onu güçsüz bırakan kırılgan bir hayat ta ki—neye kadar? Yalvarmaya. Avcunun içinde nabzı deredeki bir alabalık gibi sıçradı.
Tekrar tekrar kadının neden lambayı temizlemeye devam etmediğini düşünüp durdu. Odanın ötesinde durmasına ve varlığını sessizce ona bağışlamasına iten neydi kadını? Anladı ki, kadın için küçük işlerle uğraşacak zaman değildi. Yüzü ciddiydi ve ne kadar haklı olduğunu hissediyordu. Belki de sadece kibarlıktandı. Bowman uysal bir tavırla gözlerini güç bela açık tutuyordu; gözleri kadının bağlı olduğu ipi tutuyomuşçasına kenetlenmiş ellerine takıldı.
Çok geçmeden kadın “Sonny geliyor.” dedi.
Bowmansa bir şey duymamıştı ama pencereyi geçip beraberinde iki av köpeğiyle kapıya atılan bir adam göründü. Sonny kalçasının hemen üzerinde asılı kemeriyle iri yarı bir adamdı. En az otuz görünüyordu. Yüzü hararetli, kırmızıydı ve her nasılsa sessizlikle yüklüydü. Üzerinde çamurlu, mavi bir pantolon ve eskimiş, lekeli ve yamalı bir askeri palto vardı. Dünya Savaşı? diye düşündü. Aman Yarabbi hem de bir Müttefik paltosuydu. Açık renk saçlarının arkasında Bowman’ınkini aşağılar gibi görünen geniş, kirli, siyah bir şapka vardı. Köpekleri bağrından itti. Hareketlerindeki ciddiyet ve ağırlığa bakılırsa güçlüydü… Annesine benzeyen bir yanı vardı.
Yan yana duruyorlardı… Bowman yine oradaki varlığını açıklamak durumundaydı.
“Sonny, bu adamın arabası kayalıktan aşağı yuvarlanmış ve senin arabayı çıkarıp çıkaramayacağını öğrenmek istiyor.” dedi kadın birkaç dakika sonra.
Bowman durumunu izah edemedi bile.
Sonny’nin gözleri üzerindeydi.
Bowman açıklama yapması, para teklif etmesi-en azından ya mahçup ya da amirane görünmesi gerektiğini biliyordu. Fakat yapabildiği tek şey hafifçe omuz silkmek oldu.
Sonny, arkasında heyecanlı köpekleriyle pencereye doğru giderken Bowman’a değip geçti ve dışarı baktı. Bakarkenki halinde bile bir gayret vardı sanki bakışını bir halat gibi fırlatıverecekti. Dönüp bakmadan Bowman kendi gözlerinin hiçbir şey göremeyeciğini hissetti: çok uzaktaydı.
“Bana oradan bir katır bir de makara takımını getiriver.” dedi Sonny, anlamlı bir şekilde. “Katırımı yakaladım, halatımı da aldım mı çok geçmeden çıkarıveririm arabanı kayalıktan.”
Odaya bir enine boyuna baktı, dalmış gitmiş gibi, gözleri kendi deryalarında başıboş dolanırken. Sonra dudaklarını kararlı ama yine de utangaç bir şekilde bastırdı, bu defa köpekler önünde, başını önüne eğdi ve yürüyüp geçti. Sert zemin tınladı, onun heybetli yürüyüşünü –hatta sendeleyişini- kavrarken.
Haylazca, bu seslerin üzerine, Bowman’ın kalbi yeniden hopladı. Sanki içinde geziniyordu.
“Sonny’nin elinden kurtulmaz.” dedi kadın. Sonra tekrar söyledi bunu şarkı söylüyormuşçasına. Şöminenin ordaki yerinde oturuyordu.
Dışarı bakmaksızın, Bowman bazı bağrışlar, köpek havlamaları ve tepelerin üzerinde kısa süreli toynak takırtıları duydu. Birkaç dakika içinde elinde bir halatla Sonny pencerenin önünden geçti, bir de titrek, parıldayan, morumsu kulaklarıyla kara bir katır vardı. Katır adeta pencereden içeri baktı. Kirpiklerinin altındaki hedef almış gözlerini Bowman’a çevirdi. Bowman kafasını çevirdi ve kadının yüzünde yalnızca memnuniyet dolu bir ifadeyle katırın bakışına huzurla karşılık verişini gördü.
Kadın bir süre daha alçak sesle şakımaya devam etti. Bowman’a öyle geldi ki ve bu son derece şaşırtıcıydı, kadın aslında onunla konuşmuyor, aksine duruşunun bir parçası olan ve şuursuz lafdan oluşan şeyi takip ediyordu.
O yüzden Bowman bir şey demedi ve bu defa cevap vermeyince tuhaf ve güçlü bir his, korku değil, vuku buldu içinde.
Bu defa kalbi hopladığında bir şey -ruhu- da hopladı sanki, ağılından salınıverilmiş bir tay gibi. Hislerinin çılgınca çevikliği beynine hükmederken kadına gözlerini dikti. Hareket edemedi, yapabileceği hiçbir şey yoktu, orada oturup yaşlanan ve biçimsizleşen kadına sarılabilmekten başka belki de.
Sadece fırlayıp ona söylemek istedi, ne zamandır hastayım, ve o zaman ancak o zaman anladım ne kadar yalnız olduğumu. Çok mu geç? Yüreğimde bi savaştır gidiyor, belki de duymuşsundur, bu boşluğa karşı çıkışını... Halbuki dolu olmalı, ona koşup anlatabilirdi, diğer kalpler gibi bir sevdayı barındırmalı. Sevdayla dolup taşmalı. Ilık bir bahar günü olmalı… Gel ve taht kur gönlüme, her kim olursan ol ve bütün bir nehir ayaklarını kaplasın, yükseldikçe yükselsin, dizlerini girdaplara kaptırsın ve kendine doğru çeksin tüm bedenini ve kalbini de.
Fakat sadece titreyen elini gözüne doğru getirdi ve odanın öte yanında kendi halinde, çömelmiş oturan kadına baktı. Bir heykel gibi kımıldamadan duruyordu. Basit laflar ve sarılmalarla, tuhaf bir şeye- başından beri sanki yalnızca ondan kaçıp durmuş bir şeye-, bir dakika daha geçseydi, içini dökmeye yeltenebileceği düşüncesiyle kendini mahçup ve yorgun hissetti…
Gün ışığı şöminenin ordaki en uzak kaba değiyordu. Vakit öğleden sonrayı geçiyordu. Yarın bu vakitlerde güzelce çakılla döşenmiş yollarda arabasını insanların başına gelmiş şeylerin üzerinden, olayların oluşundan da hızlı bir şekilde, sürüyor olacaktı. Bir sonraki günü düşününce memnun oldu ve anladı ki yaşlı bir kadına sarılacak zaman değildi. Kanının harekete geçip hızla uzaklaşmak için hazırlandığını şakaklarının hareketinden duyumsuyordu.
“Sonny arabanı çoktan yukarı çekmiştir.” dedi kadın. “Çok geçmeden getirir kayalıktan.”
“Güzel!”diye bağırdı şevkle, âdetten.
Yine de uzunca bir zaman beklemiş gibiydiler. Hava kararmaya başladı. Bowman sandalyesinde kasılmış kalmıştı. Herhangi biri beklerken kalkıp dolanırdı herhalde. Böylesi bir hareketsizlik ve sessizlik suçluluk türünden bir şeyi barındırıyordu.
Fakat kalkmak yerine dinledi… Nefesi bastırılmış, gözlerinin feri gitmiş, giderek büyüyen karanlıkta, huzursuzca bir uyarı sesi bekledi, ne olabileceğini ihtiyattan unutmuş halde. Çok geçmeden duydu bir şey-hafif, aralıksız ve üstü kapalı.
“Bu ses de ne?” diye sordu, sesi karanlığa atlarken. Sonra da hiddetle, sessiz odada bu kadar açık seçik duyulanın kalbinin atışı olabileceğinden ve kadının da bunu dile getirmesinden korktu.
“Derenin sesini duyuyorsundur” dedi kadın gönülsüzce. Masanın orda dikiliyordu. Bowman yine kadının neden lambayı yakmadığını düşündü. Kadın orada karanlıkta dikiliyor ve lambayı yakmıyordu.
Bowman o anda kadınla hayatta konuşamazdı, zamanı geçmişti. Karanlıkta uyuyacağım herhalde, diye düşündü, kendi kendine acımasına hayret ederken.
Kadın, ağır ağır pencereye yaklaştı. Kolu, belli belirsizce beyaz, yukarı kalktı ve karanlığı işaret etti.
“Şu beyaz nokta Sonny.” dedi, kendi kendine konuşarak.
Bowman gönülsüzce döndü ve kadının omuzları üzerinden gözetledi; kalkıp onun arkasında durmaya çekindi. Gözleri loş havayı yokladı. Beyaz nokta sakin sakin kadının parmağına doğru salınıyordu, nehrin üzerinde bir yaprak gibi, karanlıkta git gide beyazlaşarak. Sanki kadın ona gizli bir şey göstermiş, hayatından bir parça, fakat hiçbir açıklama getirmemişti. Yüzünü yana çevirdi. Neredeyse gözyaşlarına boğulacaktı, hiç sebep yokken, kadının kendininkine eş değer sessiz bir açıklama yaptığını hissediyordu. Elleri göğsünün üzerinde bekledi.
Ardından bir adım evi sarstı ve Sonny odadaydı. Bowman kadının onu oracıkta bırakıp nasıl da diğer adamın yanına gittiğini hissetti.
“Arabanızı çıkardım bayım.” dedi Sonny’nin sesi karanlıkta. “Nereden gelmişse oraya geri dönmek üzere beklemeye koyuldu yolda.”
“Güzel!” dedi Bowman, sesini yüksek çıkarmaya gayret ederek. “Size kesinlikle çok şey borçluyum-kendi başıma hayatta yapamazdım- hastaydım…”
“Benim için kolay oldu” dedi Sonny.
Bowman ikisinin karanlıkta beklediğini hissedebiliyordu ve köpeklerin avluda hızlı hızlı soluyuşlarını duyuyordu, gitmesi gerektiği vakit havlamak üzere. Tuhaf bir şekilde çaresiz ve gücenmiş hissetti. Tam da artık gidebileceği anda o kalmak istiyordu. Neyden yoksun bırakılıyordu? Kalbinin şiddetinden göğsü sertçe sarsıldı. Bu insanlar burada onun göremediği bir şeyi yaşatıyorlardı, kadim bir yemek, sıcaklık ve aydınlık umudunu ellerinde tutuyorlardı. Aralarında bir anlaşma vardı. Kadının ondan Sonny’ye doğru yönelip gidişini düşündü, ona doğru akmıştı adeta. Soğuktan titriyordu, yorgundu ve bu adil değildi. Mütevazice ama yine de sinirli bir şekilde elini cebine soktu.
“Tabii ki size her şey için borcumu ödeyeceğim-“
“Böyle bir şey için para almayız.” dedi Sonny’nin sesi kızgın bir şekide.
“Ödemek istiyorum. Hem de daha fazlasını yapmak… Kalmama izin verin-bu gece…” Onlara doğru bir adım daha attı. Bir görebilselerdi onu, içtenliğini, asıl ihtiyacını anlarlardı! Sesi devam etti, “Daha tam toparlanamadım, pek uzağa yürüyebilecek durumda değilim, arabama kadar bile, belki de, bilmiyorum-tam olarak nerede olduğumu bilmiyorum-“
Durdu. Göz yaşlarına boğulacakmış gibi hissetti. Kimbilir ne düşünürlerdi hakkında!
Sonny geldi başına ve ellerini gezdirdi üzerinde. Bowman, ellerinin (onlar da uzmandı) göğsünün üzerinden dudaklarına geçtiğini gördü. Sonny’nin gözlerini üzerinde hissediyordu, karanlıkta.
“Buraya sinsice gelen bir gümrük memuru değilsin ya bayım, silahın falan yok ya?
Bu cehennemin dibine! Ama yine de o gelmişti. Ciddi bir şekilde cevap verdi. “Hayır.”
“Kalabilirsin.”

“Sonny” diye seslendi kadın, “Biraz ateş kapıp getirmen lazım.”
“Gidip de Redmond’lardan alıp getireyim.” dedi Sonny.
“Nasıl?” Bowman birbirlerine söylediklerini duymaya çabaladı.
“Ateşimiz söndü, Sonny’nin gidip getirmesi lazım, malum, karanlık ve hava soğuk.” dedi kadın.
“Ama kibrit-bende kibrit var-“
“İhtiyacımız yok onlara.” dedi kadın gururla. “Sonny kendi ateşinin peşinden gider.”
“Redmond’lara gidiyorum.” dedi Sonny, kibirli bir edayla ve çıktı.
Bir süre beklemelerinin ardından Bowman pencereden dışarı baktı ve tepenin üzerinde kımıldanan bir ışık gördü. Küçük bir pervaneymişçesine yayılıyordu. Tarla boyunca zikzak çiziyordu, atılarak ve süratle, pek de Sonny’yi andırmayan bir şekilde... Çok geçmeden Sonny sendeleyerek girdi, elinde ardındaki maşada yanan bir sopayla, ateş odanın herbir köşesini parıldatarak peşisıra süzülürken.
“Şimdi ateş yakacağız.” dedi kadın, kızgın demiri alırken.
Bu yapılınca da lambayı yaktı. Lamba karasını ve ışıltısını gösterdi. Odanın heryeri bir çeşit çiçekmişçesine altın sarısına döndü, duvarlar da kokusunu aldı ve sanki titrediler alevin sessiz akını ve bacasında yanan fitilin dalgalanışıyla.
Kadın demir kapların arasında dolandı. Elindeki maşalardan demir kapakların tepesine kızgın korlar attı. Uzaklardaki bir zilin sesi gibi hafif bir titreşim dizisi çıkardılar.
Kafasını kaldırıp Bowman’a baktı fakat Bowman cevaplayamadı. Titriyordu…
***
“Bir şey içer miydiniz bayım?” diye sordu Sonny. Öbür odadan bir sandalye getirmiş, bacaklarını ayırıp kollarını bağlayıp geriye doğru kaykılmıştı. Artık herkes birbirini görebilir, diye düşündü Bowman ve haykırdı, “Evet efendim, elbette, teşekkürler!”
“Arkamdan gel ve ben ne yapıyorsam aynısını yap.” dedi Sonny.
Karanlığa doğru bir gezi daha. Koridor boyunca ilerlediler, evin arka tarafına doğru, bir sundurma ve başlıklı bir kuyuyu geçtiler. Bir çalı kalabalığına geldiler.
“Dizlerinin üstünde çök” dedi Sonny.
“Nasıl?” Alnından ter boşandı.
Sonny’nin çalıların toprağın üstünde oluşturduğu bir çeşit tünel boyunca süründüğünü görünce anladı. Onu takip etti, kendisine rağmen, bir dal ya da diken usulca, hiçbir ses çıkarmadan dokunduğunda, tutunup eninde sonunda bıraktığında, afallıyordu.
Sonny sürünmeyi bıraktı, dizlerinin üzerinde çömeldi, iki eliyle birden toprağı kazmaya başladı. Bowman çekinerek kibrikleri çaktı ve ateş yaktı. Birkaç dakika geçmeden Sonny bir testi çekip çıkardı. Viskinin bir kısmını paltosunun cebinden çıkardığı şişeye doldurdu sonra da testiyi yeniden gömdü. “Kimin kapını çalacağı hiç belli olmaz” dedi ve güldü. “Dönüyoruz geri.” dedi, neredeyse resmi bir şekilde. Domuzlar gibi dışarlarda içmemize lüzum yok.”
Masada, ateşin yanıbaşında, sandalyelerinde karşılıklı otururlerken, Sonny ve Bowman içkiyi şişeden doldurup birbirlerine uzattılar. Köpekler uyuyordu; biri rüya görüyordu.
“İşte bu güzel.” dedi Bowman. “Bu tam da ihtiyacım olan şey.” Sanki doğrudan şömineden alevi içiyordu.
“Kendisi yapar içkiyi.” dedi kadın sessiz bir gururla.
Kapların üzerindeki korları iteliyordu, odayı mısır ekmeği ve kahve kokusu sarmıştı. Her şeyi masanın üstüne, adamların önüne koydu, patateslerden birine altın sarısı lifini yararak saplanmış kemik saplı bir bıçakla. Sonra da onlara bakarak bir süre durdu orada, uzun ve etine dolgun, oturdukları yerden yukarıda. Onlara doğru eğildi biraz.
“Buyrun yemeğe.” dedi ve ansızın gülümsedi.
Bowman daha ancak bakıyordu kadına. Kupasını masaya geri koydu, inanmaz bir karşı çıkış halinde. Bir sızıdır çöktü gözlerine. Kadının yaşlı olmadığını gördü. Gençti, daha gençti. Yaşıyla ilgili hüküm veremedi. Sonny’yle aynı yaşta ve ona aitti. Kadın, ardında odanın koyu kara köşesiyle duruyordu, hareketli sarı ışık başı üzerinde yayılıyor ve gri, biçimsiz elbisesi, ani bir temasla onlara doğru eğilirken uzun vücudu üzerinde titreşiyordu. Gençti. Dişleri parlıyor ve gözleri parıldıyordu. Kadın döndü, yavaş ve ağır ağır odadan çıktı, Bowman karyolaya oturuşunu ve sonra da uzanışını işitti. Yorganın üzerindeki motif kımıldandı.
“Bebeği olacak.” dedi Sonny ağzına bir lokma tıkıştırırken.
Bowman konuşamıyordu. Bu evde gerçekten olan şeyin ne olduğunu öğrendikten sonra afallamış kalmıştı. Evlilik, bereketli bir evlilik. Bu basit şey işte. Herkes buna sahip olabilir.
Her nasılsa kızgın olmaktan ya da itiraz etmekten acizdi, ona bir çeşit oyun kesinlikle oynanmış olsa da. Anlaşılmaz ya da gizemli bir şey yoktu ortada-sadece özel bir şey vardı. Tek sır, iki insan arasındaki o kadim iletişimdi. Fakat kadının soğuk şöminenin başında sessizce bekleyişi, adamın ateş getirmek için bir mil öteye kararlı seferi ve sonunda yemek ve içkilerini getirip odayı gururla gösterebilecekleriyle doldurmalarının hatırası bir anda öyle aşikar ve muazzamdı ki tepki veremedi...
“Göründüğün kadar aç değilsin.” dedi Sonny.
“Adamlar yemeğini bitirir bitirmez kadın yatak odasından çıkıp geldi, kocası huzur içinde ateşi seyre dalmışken akşam yemeğini yedi.
Sonra artan yemekle birlikte köpekleri dışarı çıkardılar.
“Sanırım buracıkta, yerde, ateşin başında uyusam iyi olur.” dedi Bowman.
Aldatılmış gibi ve artık cömert olmaya gücü yetecekmiş gibi hissetti. Hasta olmasına rağmen yataklarını istemeyecekti. Bu evde iyilik aranıp duramazdı artık orada aslında ne olduğunu anladığından.
“Elbette bayım.”
Fakat ne kadar yavaş algıladığını henüz bilmiyordu. Onların zaten yataklarını vermek akıllarında yoktu. Az bir zaman sonra ikisi de ayağa kalktı, Bowman’a ciddi bir ifadeyle bakıp odalarına gittiler.
Azalıp sönene kadar ateşin yanıbaşına uzandı. Alevlerin yalayıp sönüşlerinin her bir uzantısını izledi. “Ocak ayı boyunca tüm ayakkabılarda özel bir indirim olacak” diye sessizce tekrarlarken buldu kendini sonra da ağzı sımsıkı kapalı uzanmaya devam etti.
Ne de çok gürültüsü vardı gecenin! Derenin akışını duyuyordu, alevin sönüşünü ve artık emindi ki kalbinin atışını, kaburgalarının altında çıkardığı sesi de duyuyordu. Koridorun öbür tarafındaki odalarında adamla karısının hızlı ve derin nefes alıp verişlerini duyuyordu. Hepsi buydu. Fakat duygu azimle kabardı içinde, çocuğun ondan olmasını arzuladı.
Önceden her nerede ise oraya dönmesi gerekiyordu. Bitkin bir halde kızgın korların önünde dikildi ve paltosunu giydi. Ağırlığı çok fazla geldi omuzlarının üzerinde. Gitmeye koyulduğunda baktı ve kadının lambayı temizlemeyi hiçbir suretle bitirmediğini gördü. Ani bir dürtüyle cüzdanındaki tüm parayı lambanın fitilli camdan tabanına neredeyse havalı bir edayla koydu.
Mahçup, omzunu hafifçe silkip sonra da ürpererek çantalarını aldı ve dışarı çıktı. Havanın ayazı yürütüyordu sanki bedenini. Gökte ay vardı.
Yamaçta koşmaya başladı, duramıyordu. Tam arabasının ayışığında bir kayıkmışçasına durduğu yola ulaştığında kalbi korkunç şekilde atmaya başladı, tıpkı bir tüfek gibi, bam bam bam.
Korkudan yola yığıldı, çantaları yanına düşerken. Sanki bunların hepsi önceden olmuş gibi hissetti. İki eliyle birden örttü kalbini kimse çıkardığı sesi duymasın diye.
Oysa hiçkimse duymadı.

Çeviren: Gül Şahin
"Death of a Traveling Salesman"

Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

Merhabalar,
Sonunda hikayeyi çevirip koyabildim. Çevirirken daha önce okuduğumda dikkat etmediğim bir sürü ayrıntı yakaladım.
Ana karakter Bowman’ın ‘hassas’ vaziyetinin gidişatında her saniyede başka küçük bir ayrıntı var ve daha önce Welty ile ilgili yazdıklarımda dediğim gibi bu ayrıntılar hep ‘sessiz’ce kendilerini gösteriyorlar hikayede.
Genel olarak çeviri, yazım ve anlam hatalarıyla ilgili ve özellikle bu hikaye için bir de Bowman’la ilgili yorumlarınızı merakla bekliyorum; o evde adam ve kadınla geçirdiği saatler, anlık farkına varışları..vs, sabırsızlanıyorum farklı yorumları okumak için. Bu hikayeyi çok sevdim. Smile
Bir de daha önce çevirip foruma koyduğum Poe’nun Müzevir Yürek hikayesi var; şimdiki hikayeyi çevirirken birkaç benzerlik yakaladım: Bowman’ın kalp atışlarının başkalarınca da duyulmasından korkması, duyularının keskin oluşu, duyduğu her sesi kendi kalp atışı sanması.. vs. Siz ne düşünüyorsunuz?
Sevgiler,
Gül


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

Ellerine sağlık Gül.

Bu hafta biraz yoğun geçecek benim için. Ancak önümüzdeki hafta mutlaka okuyup yorumlarımı yazacağım, ki devamı gelsin. Laughing out loud


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

Merakla bekliyorum Barış abi. Smile


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

Ellerine sağlık Gül. Karşışlaştırmak isteyenler için metnin İngilizcesini de çevirinin altına ekledim. Bu uzun öyküye hemen gereken ilgiyi gösterebilir miyim, bilemiyorum, ama elimden geldiğince çabuk düşüncelerimi aktarmaya çalışacağım. Thumb Up


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

İngilizcesi için teşekkürler Eren abi, ben epey arayıp bulamamıştım ingilizcesini internette. Laughing out loud


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

Öykü çok uzun. Bu nedenle her noktada yeterince dikkat gösterebilecek miyim, pek bilemiyorum. Ama elden geldiğince orijinal metne dönüp karşılaştırmalar yaparak ilerlemeye çalışacağım. Benim için yararlı olacağından emin olduğum bu çabanın çeviri faaliyeti için de yararlı olacağını umuyorum. İşte ilk paragraf:

""
R. J. Bowman, who for fourteen years had traveled for a shoe company through Mississippi, drove his Ford along a rutted dirt path. It was a long day! The time did not seem to clear the noon hurdle and settle into soft afternoon.

Burada özellikle "rutted" kelimesinin karşılığı olarak kullanılan "girdili çıktılı" ifadesini bir kez daha düşünmek gerek sanırım. Bir de Türkçe çeviride R. J. Bowman'ın söz konusu ayakkabı firmasında çalıştığına ilişkin bir vurguya ihtiyaç olduğunu hissediyorum. Esasında burada anlamı Türkçede daha iyi ifade edebilmek için cümleyi biraz uzatmak gerekiyor sanırım. "Hurdle"ı nasıl karşılamak gerektiğini bulamadım, ama "öğle engeli" ifadesi de pek doğal görünmedi. O nedenle belli belirsiz bir "yüksek engel" çağrışımı yaptığı için "öğleyi aşmak" dedim. Güneşin etkisini yitirmemesiyle ilgili cümlenin bölünerek daha rahat çevrilebileceğini düşündüm.

Benim önerim:

""
On dört yıl boyunca çalıştığı ayakkabı firması için Mississippi'yi köşe bucak dolaşmış olan R. J. Bowman, Ford'unu arabaların derin tekerlek izleri bıraktığı toprak yol boyunca sürüyordu. Gün uzun sürmüştü. Vakit öğleyi aşıp ılıman bir ikindiye kavuşacakmış gibi görünmüyordu. Kışın bile etkisini kaybetmemiş olan güneş tam tepedeydi. Yolun ilerisine bakmak için kafasını tozlu arabasından her çıkarışında sanki upuzun bir kol yukarıdan aşağı uzanıp şapkasını da geçerek kafasına abanıyordu -tıpkı uzun süredir yollarda olan yaşlı bir pazaarlamacının yaptığı el şakası gibi. Bu, daha çok sinirlenmesine ve kendini daha çaresiz hissetmesine neden oluyordu.


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

İkinci paragraftaki bazı cümleler için bir alternatif:

""
Uzun sürmüş bir grip hastalığından sonra bugün yoldaki ilk günüydü. Çok yüksek ateşli ve kâbuslarla dolu bir dönemdi. Zayıflamış, aynada bile fark edilebilecek kadar beti benzi atmıştı; sağlıklı düşünemiyordu.


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

""
He had not even been sorry when the pretty trained nurse said good-bye.

""
O hoş, talimli hemşire veda ederken bile üzülmemişti.

İngilizcesinde üzülmeyenin Bowman olduğu (eril-dişil ayrımı nedeniyle) anlaşılıyor. Ama Türkçesinde üzülenin kim olduğu belirsiz kalmış gibi. Başka türlü çevrilebilir mi acaba?

""
Zamanla daha iyi otellerde, daha büyük kentlerde kalmıştı ama hepsi de yazları ilanihaye ve boğucu, kışları da esintili değil miydi?

Bu ifade "Zamanla daha iyi otellerde, daha büyük kentlerde kalmıştı ama, ilanihaye, hepsi yazları boğucu, kışları da esintili değil miydi?" biçiminde olmalı bence. Bir otelin "ilanihaye" olması pek anlamlı gelmiyor.


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

""
Sadece ufacık odaların içinde ufacık odalar hatırlıyordu, Çin işi kutuların yuvası misali. Bir kadın düşündü müydü, gördüğü o odanın köhne yalnızlıkla örülü eşyalarıydı. Kendisiyse – sürekli geniş kenarlı siyah şapkalar giyen bir adamdı; eğri büğrü otel aynalarında boğa güreşçisi gibi görünürdü rampadaki o kaçınılmaz an için durduğunda, akşam yemeği için aşağı inerken…

Bu kısmı anlamakta güçlük çektim. İkinci cümle dışındaki kısımda anlatılanlar kafamda kolay kolay canlanmadı. Benim önerim şöyle:
""
Tek hatırlayabildiği, küçük odaların içindeki daha küçük odalardı, tıpkı birbirinin içine geçen Çin işi kutular gibi. Bir kadını düşünecek olsa, tek aklına gelen odanın köhne yalnızlıktan inşa edilmiş mobilyalarıydı. Kendisine gelince -geniş siperli şapka giyen, akşam yemeği için alt kata inerken sahanlıktaki o kaçınılmaz duraklama anında baktığı eğri büğrü otel aynasında bir boğa güreşçisine benzeyen bir adamdı.


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

""
Bowman uyuyup yorgunluğunu atmak için, hava karardığında Beulah’a varmak istiyordu. Hatırladığı kadarıyla, Beulah en son geçtiği kasabadan elli mil uzaktaydı, çakıllı bir yol üzerinde. Bu, yalnızca bir inekyoluydu. Nasıl gelmişti ki zaten böyle bir yere? Bir eli yüzündeki teri silerken sürmeye devam etti.

Burada Bowman arabasını sürmekte olduğu yolla varmak istediği yerin önünden geçen yolun birbirinden farklı olduğunu düşünerek sıkıntıya düşüyor. Kolay bir çeviri değil. Belki bazı noktalarda metne sadık kalmaktansa anlamı verebilmek için bazı eklemeler yapmak daha uygun olur diye düşünüyorum. Şimdilik bir önerim yok, belki diğer arkadaşlar yardımcı olurlar?


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

""
Ara ara tarlalarda ya da ot yığınlarının üzerinde eğik dal parçaları yahut otları andırırcasına dikilen insanlar, köylerinin berisindeki arabanın ıssız tıngırtısından yana şöyle bir dönüp, yol boyunca kocaman pelteler gibi yığınlar oluşturan kışın solgun, gösterişsiz tozunu toprağını izlerken hep çok uzakta kalmışlardı.

Bu cümleler bana Onat Kutlar'ın "Mühür" öyküsündeki şu cümleleri hatırlattı:
""
Çocukken bile anlamadığım, susan, insanın gözlerinin içine bakmayan, bütün gün elinde bir çomakla toprağı karıştıran, sonra kalkıp bir yerlere giden, sonra gelen, sonra asker olan, sonra gene gelen, sigarayı avucunun içinde içen, sonra anasını döven, sonra her akşamüstü aynı sokağın başında saatlerce duran, sonra ikide bir dişlerinin arasından yere tüküren, televizyonda reklamlara da, başbakana da, Şili’de olup bitenlere de aynı ilgisizlikle bakan bu delikanlı kim?

Yazın bunaltıcı havasını ve Bowman'ın yaşadığı sıkıntıyı çok iyi anlatmış Welty. Kendimi o atmosferle çevrelenmiş hissediyorum.


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

""
Aman Yarabbi hem de bir Müttefik paltosuydu.

Sanırım bu cümle bir "çevirmen notu"nu hak ediyor. Kısaca da olsa ABD iç savaşıyla ilgili bilgi vermek uygun olur diye düşünüyorum. Bir de Confederate'i Müttfik diye değil de "Konfederasyon" diye çevirmek daha anlaşılır olur sanırım (bu konuda pek emin değilim, filmlerden o şekilde hatırlıyorum ama başka çevirilerin nasıl olduğunu bilmiyorum).


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

Welty'nin Bowman'ın içinde bulunduğu ruh halini vermek konusunda çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Atmosfer özellikle çok güçlü. İnsanlarla karşılaştığında önce onların çok güçlü olduğunu düşünüp sonra yavaş yavaş işin doğrusunu fark ediyor olması (her şeyin gizemini, ilginçliğini, çekiciliğini zamanla kaybetmesi) Bowman'ın henüz atlatamadığı hastalığından mı kaynaklanıyor, yoksa bir karakter özelliği mi, emin olamadım. Belki ikisinin karışımı. Önce korku ve güçsüzlük, sonra her şeyin normale dönmesi. Düşündürücü Smile


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

Çok teşekkürler bu ayrıntılı inceleme için, tam da çevirirken takılıp kaldığım yerlere denk gelmesi de ayrıca bir iyi oldu benim için.

"rutted" kelimesine uygun bir karşılık çok aradım ve işime yarayabilecek anlamlarından biri 'oyuk'tu, ben de onu tam karşılamasa da 'girdili çıktılı' dedim ama o anlamı verecek başka bir kelimeye ihtiyaç var sanki?
"Hurdle"daki sorun da ingilizcede isim tamlaması halindeki söz öbeklerinin kimi zaman Türkçe karşılıkları orijinalindeki etkiyi ve anlamı yitirip yapaylaşıyor tıpkı 'öğle engeli'nde olduğu gibi.
"Öğleyi aşmak" kesinlikle daha doğal bir kullanım olmuş.

Bir de her şeyi olduğu gibi aktarabileyim, değişiklik yapmayayım diye çok tetikte çeviriyorum ama
zaman zaman doğallığı korumak adına sanırım değiştirilebilir.

Giriş paragrafının da değişikliklerden sonraki halini daha çok sevdim ve yine fark ettim ki o bahsettiğim hiçbir değişiklik
yapmayayım tedirginliğiyle zorlama söz öbekleri oluşturmuşum adeta. Sadece bir şeye takıldım: 'Gün uzun sürmüştü.'
orijinalindekinin aksine yalın ve vurgusuz olmuş gibi geldi. "It was a long day!" gibi sonundaki ünlem işaretiyle
de vurgusu öne çıkarılmış bir cümle sanki 'Ne uzun bir gündü!' olarak çevrilse ya da doğrudan 'Uzun bir gündü!' olarak
kalsa daha iyi olur gibi geldi.

""
O hoş, talimli hemşire veda ederken bile üzülmemişti.

Burada üzülenin kim olduğunu ufak bir değişiklikle belirginleştirmek için belki şöyle denebilir:
"O hoş, talimli hemşirenin veda edişine bile üzülmemişti."

""
Zamanla daha iyi otellerde, daha büyük kentlerde kalmıştı ama hepsi de yazları ilanihaye ve boğucu, kışları da esintili değil miydi?

Burada 'ilahinaye' kelimesinin otelle ilgili bir sıfat değil de cümlenin zarfı olduğunu da tekrar bakınca far ettim ingilizcesine. Smile
Bu Bowman'ın tarif edildiği cümle en çok takıldığım cümleydi. Yine değiştirmeme kaygısıyla cümlelerin sırası karıştıkça karıştı, önerinle çok daha anlaşılır bir hale gelmiş bu zor cümle.

Bowman'ın arabasını sürmekte olduğu yolla varmak istediği yerin önünden geçen yolun birbirinden farklı olduğunu, 'Bu yalnızca bir inekyoluydu.' cümlesinde "Bu"'dan sonra sadece bir "ise" ekleyerek belirtebilir miyiz acaba?
"Hatırladığı kadarıyla, Beulah en son geçtiği kasabadan elli mil uzaktaydı, çakıllı bir yol üzerinde. Bu ise yalnızca bir inekyoluydu."

"Confederate" kelimesinin karşılığını sanırım araştırıp bir çevirmenin notu ile de belirtmem lazım, haklısın. Çevirinin son halini geçen dönem Welty'yi derslerinde keşfettiğim hocama (Kim Fortuny) göndermeyi düşünüyorum, onun da yardımlarıyla çevirinin en son halini de yüklerim.

Bowman'ın ruh halisi ise tam bir muamma, çok ilginç gerçekten. Sonny'nin adı ilk geçtiğinde verdiği ilk hüküm, kadının oğlu olabileceği, bunu düşünmesi gibi bir detay bile aslında Bowman'ın hassas dengelerine işaret ediyor; kocası olabileceği ihtimali gelmiyor bile aklına, yalnızlığı ve kırılganlığı içinde böyle bir ilişkiye tanık olmaya dayanamayacağının hikayenin en başlarındaki önceden ima edilmesi sanki. Huh!


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

Esasında çevirinin en fazla bir çeyreğine bakabildim sanırım. Sonrasında fark ettiğim noktalara değinmeye pek zaman bulamadım. Belki, eğer zaman bulabilirsem, önümüzdeki günlerde biraz daha eğilmek istiyorum üzerine. "Başka türlü nasıl söyleyebilirdik?" sorusu çok çekici geliyor bana. Biraz da o dürtüyle alternatifler üretmekten hoşlanıyorum.

"rutted" karşılığı olarak "arabaların derin tekerlek izleri bıraktığı" dedim. Tek bir kelime için biraz uzun bir çeviri belki, ama öyküde tasvir edilen yol böyle bir yol sanki?

"It was a long day!" konusunda sana katılıyorum. "Ne uzun bir gündü!" daha uygun olacak sanırım. Bowman'ın yaşadığı sıkıntıyı, bıkkınlığı daha iyi veriyor bu cümle. Good

"İnek yolu" konusunda ben de fazla alternatif üretemedim. Aslında o paragrafı çevirmeye kalksam aslından bayağı ayrılmam gerekirdi diye düşünüyorum. Türkçede "inek yolu" diye bir tamlama olmadığı için başka bir şey bulmak ihtiyacı hissederdim sanırım. Çakıl döşeli yol - inek yolu karşıtlığı yerine stabilize yol - köy yolu gibi başka bir karşıtlık kurmaya çalışırdım belki. Bir de "Bu ise yalnızca bir inekyoluydu." ifadesinde "bu"nun tam olarak neye işaret ettiği biraz muğlak kalıyor. Anlaşılmayacak gibi değil, ama yine de okurun durup düşünmesini gerektirecek bir cümle bence. Oysa orijinaldeki "this"in Bowman'ın arabasını sürdüğü yol olduğu kolayca anlaşılıyor. Belki şöyle bir alternatif önerebilirim, ama dediğim gibi orijinale pek bağlı kalmamış oluyorum bu öneriyle:

""
Hatırladığı kadarıyla Beulah, son geçtiği kasabadan elli mil uzaklıkta stabilize bir yolun üzerindeydi. Oysa şimdi bir köy yolunda ilerliyordu.

Peki Bowman'ın bu kadar ürkek olmasını, gördüklerini gerçekten bu kadar farklı yorumlamasını neye yormak gerek? Yalnızlığa mı, bir pazarlamacı olmasına mı, güneşin altında zor saatler geçirmesine mi, henüz tam atlatamadığı hastalığına mı?


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

Çeviriye odaklanırken belki de daha ilk anda bakmam gereken şeyi atladığımı fark ettim: öykünün başlığı. Başlıktaki "traveling salesman"in karşılığı "seyyar satıcı" değil "seyyar pazarlamacı" olmalı. Çünkü, anladığım kadarıyla Bowman perakende satış yapmıyor. Çantasındaki numuneleri perakendecilere sunarak toptan satış sözleşmeleri imzalıyor. ("He lifted his bag and sample case out ...")

Bu nedenle öykünün adının "Seyyar Pazarlamacının Ölümü" ya da "Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü" olması gerektiğini düşünüyorum.


Re: Eudora Welty - Seyyar Satıcının Ölümü

"Başka türlü nasıl söyleyebilirdik?" sorusu çok da gerekli aslında çünkü
çevirinin ilk hali ve farklı önerilerle düzeltilmiş son hali çok fark ediyor, farklı kullanım olanaklarının izinden gidip daha iyi bir şeyler bulmanın bu bir sonraki çeviriyi yaparken çok da yardımcı olacağını düşünüyorum.

"rutted dirt path" diye google görsellerde arattım ve şöyle bir şeymiş:

Bu durumda ne denebilir? Çakıllı, toprak bir yol gibi resimde görülen..

"cow trail" i aratınca da şöyle bir şey çıktı:

inekyolu bizde herhangi bir şey çağrıştırmıyor, doğru, burada görülen de engebeli bir yol gibi sadece..

"stabilize" tam karşılığı olmuyor sanki 'graveled' kelimesinin; sözlükteki anlamı 'çakıllı kum' bu kelimenin, bir de yine resimlerde gördüğüm üzere 'cow trail'e göre daha düz bir yol..
'graveled road'u aratınca çıkan da şu:

Başlıkla ilgili en başından beri başka hiçbir alternatif düşünmemiştim. Daha hikayeyi ilk kez okurken de kafamda 'seyyar satıcının ölümü' olarak kodlanmıştı başlık ve çevirirken üzerinde pek düşünmeden doğrudan onu yazmıştım.
Dediğin ayrıma bakarsak 'pazarlamacı' demek daha doğru gibi sanki gerçekten ama sadece bir uyum ve akış olmuyor 'seyyar satıcı' söz öbeğindeki gibi, başka bir söylenişi de var mı 'pazarlamacı'nın bilmiyorum ama şimdilik "Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü" olarak değiştirebiliriz senin önerdiğin gibi.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Bowman'ın arabasıyla ilerlediği yol için önce "rutted dirt path" sonra da "cow trail" deniyor. Dolayısıyla, hikâye bağlamında düşünecek olursak, bu ikisi aynı yolu betimlemek için kullanılan iki farklı ifade gibi görünüyor (gerçekte birbirinden farklı şeyler olsalar da).

Köy yolu - stabilize yol karşıtlığını önerirken, orijinal metnin lafzına sadık kalmaktan çok adamın yanlış yolda olduğunu iki yolu karşılaştırarak fark etmesine vurgu yapmaya çalışmıştım. Öte yandan Wikipedia'daki "Gravel Road" maddesine bakacak olursak "gravel road"la stabilize yol birbirine bayağı benziyor. Her ikisinde de kum çakıl gibi maddeler kil kullanılarak sıkılaştırılıyor. Bu durumda metnin lafzından da fazla uzaklaşmış olmuyoruz. "Cow trail" ise tam bir muamma. Ona Türkçe karşılık bulmak pek kolay değil. O nedenle okura doğru çağrışımı yapacak, senin paylaştığın ikinci resimdekine benzer bir şeyin nasıl tanımlanabileceğini düşünmek gerek. Benim aklıma bunu çağrıştıracak "köy yolu"ndan başka bir şey gelmiyor. Belki "toprak köy yolu" denebilir.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

gül dedi ki:
Başlıkla ilgili en başından beri başka hiçbir alternatif düşünmemiştim. Daha hikayeyi ilk kez okurken de kafamda 'seyyar satıcının ölümü' olarak kodlanmıştı başlık ve çevirirken üzerinde pek düşünmeden doğrudan onu yazmıştım.
Dediğin ayrıma bakarsak 'pazarlamacı' demek daha doğru gibi sanki gerçekten ama sadece bir uyum ve akış olmuyor 'seyyar satıcı' söz öbeğindeki gibi, başka bir söylenişi de var mı 'pazarlamacı'nın bilmiyorum ama şimdilik "Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü" olarak değiştirebiliriz senin önerdiğin gibi.

Gerçi başlık değişmiş gördüğüm kadarıyla ama bana da "seyyar satıcı" tamlaması daha iyi geldi. Türkçe'de yerleşmiş olarak "pazarlamacı" ya da "seyyar satıcı" kullanılıyor bu işleri yapanlar için. İki tanım da gezerek satış yapan kimseyi anlatıyorlar. "Seyyar pazarlamacı" tanımı kulak tırmalamanın yanında aynı şeyin tekrarı gibi geliyor. Sözcüğün kökenine gidecek olursak zaten "pazarlamacı" pazar pazar gezerek malını satan kişiye karşılık geliyor. Halk ağzında da böyle kullanıldığını düşünüyorum.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

eren dedi ki:
"Cow trail" ise tam bir muamma. Ona Türkçe karşılık bulmak pek kolay değil. O nedenle okura doğru çağrışımı yapacak, senin paylaştığın ikinci resimdekine benzer bir şeyin nasıl tanımlanabileceğini düşünmek gerek. Benim aklıma bunu çağrıştıracak "köy yolu"ndan başka bir şey gelmiyor. Belki "toprak köy yolu" denebilir.

Patika?


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Barış Acar dedi ki:
Gerçi başlık değişmiş gördüğüm kadarıyla ama bana da "seyyar satıcı" tamlaması daha iyi geldi. Türkçe'de yerleşmiş olarak "pazarlamacı" ya da "seyyar satıcı" kullanılıyor bu işleri yapanlar için. İki tanım da gezerek satış yapan kimseyi anlatıyorlar. "Seyyar pazarlamacı" tanımı kulak tırmalamanın yanında aynı şeyin tekrarı gibi geliyor. Sözücüğün kökenine gidecek olursak zaten "pazarlamacı" pazar pazar gezerek malını satan kişiye karşılık geliyor. Halk ağzında da böyle kullanıldığını düşünüyorum.

Bowman'ın yaptığı perakende satış değil. O nedenle sokak sokak dolaşıp perakende satış yapan seyyar satıcının yanlış bir çağrışım oluşturacağını düşünüyorum. "Seyyar Pazarlamacı" kulak tırmalıyorsa belki "seyyar" kelimesini atarak yalnızca "Pazarlamacı" demeyi önerebilirim (ya da "gezici pazarlamacı"?). Bowman'ın dahil olduğu sınıf bana seyyar satıcıların dahil olduğu sınıftan çok farklı görünüyor. Onun yaptığı iş, perakendecilerle ticarî anlaşma imzalamak. Altında arabasıyla oradan oraya dolaşan bir adamdan, 19. yüzyılın başlarını düşündüğümüzde neredeyse bir "business man"den söz ediyoruz. Cebinde parası var; karşılaştığı bir köylü arabasını düştüğü çukurdan çıkarırken o evin camından bakmakla yetiniyor (hattâ hikâyenin akışından başka türlüsünün tuhaf olacağını çıkarıyoruz). Sizce "seyyar satıcı" bu profili tanımlamak için uygun bir ifade mi? Ben pek öyle düşünmüyorum.

Ek: Yine de "Seyyar Pazarlamacı"nın öykünün orijinal ismine en yakın ifade olduğunu düşünüyorum.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Barış Acar dedi ki:
eren dedi ki:
"Cow trail" ise tam bir muamma. Ona Türkçe karşılık bulmak pek kolay değil. O nedenle okura doğru çağrışımı yapacak, senin paylaştığın ikinci resimdekine benzer bir şeyin nasıl tanımlanabileceğini düşünmek gerek. Benim aklıma bunu çağrıştıracak "köy yolu"ndan başka bir şey gelmiyor. Belki "toprak köy yolu" denebilir.

Patika?


Ya da belki "toprak patika"...


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

eren dedi ki:

Bowman'ın yaptığı perakende satış değil. O nedenle sokak sokak dolaşıp perakende satış yapan seyyar satıcının yanlış bir çağrışım oluşturacağını düşünüyorum. "Seyyar Pazarlamacı"nın kulak tırmalıyorsa belki "seyyar" kelimesini atarak yalnızca "Pazarlamacı" demeyi önerebilirim (ya da "gezici pazarlamacı"?). Bowman'ın dahil olduğu sınıf bana seyyar satıcıların dahil olduğu sınıftan çok farklı görünüyor. Onun yaptığı iş, perakendecilerle ticarî anlaşma imzalamak. Altında arabasıyla oradan oraya dolaşan bir adamdan, 19. yüzyılın başlarını düşündüğümüzde neredeyse bir "business man"den söz ediyoruz. Cebinde parası var; karşılaştığı bir köylü arabasını düştüğü çukurdan çıkarırken o evin camından bakmakla yetiniyor (hattâ hikâyenin akışından başka türlüsünün tuhaf olacağını çıkarıyoruz). Sizce "seyyar satıcı" bu profili tanımlamak için uygun bir ifade mi? Ben pek öyle düşünmüyorum.

Şimdi anladım. Öyküyü okumadan adlandırma üzerinden yorum yapmıştım. Bence "pazarlamacı" daha uygun o zaman.

Öte yandan, toprak olmayan patika var mı ki? Laughing out loud


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Barış Acar dedi ki:
Öte yandan, toprak olmayan patika var mı ki? Laughing out loud

Evet, bu konuda haklısın. Aslında patika bana bir arabanın geçebileceği kadar geniş bir yolu çağrıştırmadığından tam benimseyememiştim "patika" önerisini. Diğer taraftan "cow trail" ifadesine en yakın öneri de bu. Bilmiyorum Gül ne der...


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

eren dedi ki:
Barış Acar dedi ki:
Öte yandan, toprak olmayan patika var mı ki? Laughing out loud

Evet, bu konuda haklısın. Aslında patika bana bir arabanın geçebileceği kadar geniş bir yolu çağrıştırmadığından tam benimseyememiştim "patika" önerisini. Diğer taraftan "cow trail" ifadesine en yakın öneri de bu. Bilmiyorum Gül ne der...

Tabii, ben resimlerden yola çıkıyorum. Eğer ki araba geçecek bir yolsa patika yerine, biraz eski kaçacak ama, "şose"yi öneririm.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Barış Acar dedi ki:
eren dedi ki:
Barış Acar dedi ki:
Öte yandan, toprak olmayan patika var mı ki? Laughing out loud

Evet, bu konuda haklısın. Aslında patika bana bir arabanın geçebileceği kadar geniş bir yolu çağrıştırmadığından tam benimseyememiştim "patika" önerisini. Diğer taraftan "cow trail" ifadesine en yakın öneri de bu. Bilmiyorum Gül ne der...

Tabii, ben resimlerden yola çıkıyorum. Eğer ki araba geçecek bir yolsa patika yerine, biraz eski kaçacak ama, "şose"yi öneririm.


bayantar dedi ki:
düzeltilmiş toprak üzerine kırık taş parçaları* konup, üzerine kum dökülüp, silindir geçilerek yapılan yol. (kaynak)

Eğer şose böyle tanımlanıyorsa öyküde anlatılan "cow trail"e denk düşmediğini kolaylıkla söyleyebilirim.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

eren dedi ki:
""
bayantar yazdı:
düzeltilmiş toprak üzerine kırık taş parçaları* konup, üzerine kum dökülüp, silindir geçilerek yapılan yol. (kaynak)

Eğer şose böyle tanımlanıyorsa öyküde anlatılan "cow trail"e denk düşmediğini kolaylıkla söyleyebilirim.

Ancak patikadan (keçi yolu) da araba gitmesi çok normal görünmüyor.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Barış Acar dedi ki:
Ancak patikadan (keçi yolu) da araba gitmesi çok normal görünmüyor.

O nedenle "köy yolu" demiştim. Başlı başına bir tanımı olmayan bu ifadenin avantajı, okurun kafasında öyküdeki diğer betimlemelerle canlanacak olması.


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

eren dedi ki:
Barış Acar dedi ki:
Ancak patikadan (keçi yolu) da araba gitmesi çok normal görünmüyor.

O nedenle "köy yolu" demiştim. Başlı başına bir tanımı olmayan bu ifadenin avantajı, okurun kafasında öyküdeki diğer betimlemelerle canlanacak olması.

Good


Re: Eudora Welty - Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü

Patika ve şose, bu iki kelimenin tdk büyük türkçe sözlükteki tanımı şöyle:
Patika:Engebeli yerlerden gelip geçenlerin ayak izlerinden oluşan, tekerlekli araç işlemeyen dar yol, çığır, keçi yolu, yolak.
Şose:Genellikle taş kırıkları üzerine kum döşenip silindir geçirilerek yapılan yol.

Bu iki tanıma göre yola çıkarsak patika uymuyor Bowman halihazırda arabasıyla giderken yol üzerinde.
Şose daha yakın gibi geldi (okuduğum örneklerden dolayı ve üzerinde araba gidebilen bir yol olduğundan) ama eski bir kelime olması sıkıntı yaratıyor bir de tam olarak tanımında tarif edildiği gibi bir yol olduğundan da emin değiliz hikayedeki yolun.
Köy yolu şuanda sanırım en akla yatkını, okuyanın kafasında daha net bir şey canlanabilir diğer alternatiflere göre.

Bir de başlıkla ilgili tekrar tekrar okuyunca hala bir sıkıntım olduğunu anladım: 'Bir Seyyar Pazarlamacının Ölümü' ; bu söz öbeği zorlama duruyor gibi biraz. Anlama ikna oldum, 'pazarlamacı' kelimesini kullanmak gerek ama 'seyyar pazarlamacı' kulak tırmalıyor, üzerine biraz daha düşünmek lazım sanırım. Düşünceli