UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Eski İki Ayakkabı

11 Eki 2011
gönenç kaytaz

Hatırladığım, kötü bakışlar, azarlayıcı sözler ve uzakta duran uzun zayıf buz gibi sessiz bedeniydi. Saçlarını tam hatırlayamıyorum. Sanırım kahverengi; biraz uzun ve dalgalıydı. Gölgeler hatırlıyorum yüzüne vuran. Girintili çıkıntılı bir yüzü olduğundan mı yoksa saçları mıydı gölgeler gibi duran bilemiyorum ama belirsiz yüzünde hatırladığım birkaç detay vardı, o da: elmacık kemikleri, ince çenesi ve isli göz çevresinin içindeki sivri bakışlarıydı. Bakışlarını hiç unutmayacağım. Bir hataymışım gibi bakardı bana. Görmek zorunda olmamayı istermiş gibi. Bu yüzden hiç uzun süre bakamadım en yukarda duran dağ tepesi gözlerine. Sonra ince bacakları ve kolları vardı. Kaçarsanız eğer sizi bir örümcek ya da bir kertenkele gibi beklenmedik bir hareketiyle daha ikinci adımınızda yakalayabilecek sanırdınız. Bu yüzden kaçamadım hiç. O anda bıraktım hep elimdekileri. Dışlanmış, sevilmeyen, sorunlu biri gibi görmeye başlamıştım kendimi. Yaramaz biri değildim. Diğerlerinden bir farkımda yoktu. Her çocuk gibi teneffüsler de koşup oynardık. Ebelemece, yakan top ya da futbol… Ama Arkadaşlarımla tartıştığım ya da itiştiğim zamanlarda biranda karşımda dikildiğini görürdüm onun. Ve acı sözleri de beraberinde gelirdi. Susardım. Dinlemezdim artık çoğunlukla. Haksızlığa uğradığımı düşünürdüm. Evet, düpedüz haksızlıktı bu. Yine de ona bakmamak için aşağı eğerdim başımı. Bakışları doğruca bana olurdu çünkü. Kafamı biraz yukarı kaldırdığımda herkesin öğretmenimin arkasında ya da yanında durduğunu görürdüm o anlarda. Yenilginin ince dal hali...

İlkokuldaydım. Üçüncü sınıfta. Küçük adımlarım vardı. Ve sevmediğim okulum. Sevmiyordum evet. Anlayamıyordum da tüm bu sevgisizliğini. Oraya ait olmadığımı düşünmeme sebep olan bu sevgisizliğini. O sınıfa, insanlara ve okula. Yıllar sonra ise o okulu hatırladığım da aklıma karanlık bir tablo gelecek ve o tabloda gecede duran belirsiz dev boylu insanların eğilmiş bir şeyi izler halini göreceğim.

O zamanlar, dışından beyaz dikişleri görünen siyah ayakkabılarım, okul çantam, için de çok sevdiğim patates kızartması olan beslenme çantam, cadde ve kaldırım kenarlarındaki küçük dünyalar ve bir türlü bir tarafını takamadığım mavi önlüğümün beyaz yakasıyla kurduğum sıcak bir dostluğum vardı. Her sabah kalkıp önlüğümü giyer ve annemin hazırladığı beslenme çantam ile evden çıkardım. Sadece okula giderken gördüğüm kupkuru sabah güneşi, belki her şeyin başlangıcı ve bir doğuşun aydınlığıydı yeryüzüne vuruşu ama yürüdüğüm kaldırımların, parkların ve sokakların halen uykuda olduklarını bilirdim. Onlar akşamı yani okul sonrasını, yani bizleri beklerlerdi. Okula gelir sırama otururdum. Yine böyle bir gündü. Ne olduğunu hatırlamıyorum, bir olay yaşanmıştı. Bir arkadaşımla itişiyorduk. Karşımda aniden o öğretmenin durduğunu fark ettim. Ve gölgeli yüzüyle bana bağırdığını. Cevap vermedim. Sustum. Tek başınaydım. Gölgem bile yoktu. Herkesin yüzü öğretmenin hizasında bana doğru dönüktü yine. Birkaç şey daha söyleyip uzaklaştı. Fena halde canım sıkılmıştı yine. Tekrarlanan bu sahneler beni zamanla yalnızlaştırmış ve içime kapanmama neden olmuştu. Sorunun bende olduğunu ve insanları sürekli sinirlendirip her şeyi bozduğumu düşünmeye başlamıştım. Ne kadar az konuşur ve hareket edersem o kadar iyi olacağını düşünüyordum. Bu sayede kimseyi sinirlendirmeyecektim.

Ertesi gün, teneffüs zili çalmış sınıftaki herkes oyun oynamak için kimisi bahçeye kimisi okulun koridorlarına çıkmış kimisi de sınıfta kalmıştı. Artık çoğunlukla yalnızdım. Herkes birileriyle oyun oynarken ya da şakalaşırken, konuşurken ben ya sıramda oturur kitabımı veya defterimi okur bir şeyler karalardım ya da bazen arkadaşlarımla top oynamak için bahçeye çıkardım. Canım sıkkındı çoğunlukla. Sakinlik anlarımda bile küçük korku nöbetleri geçiriyordum. Sanki her an çıkabilirdi yine karşıma. Görmesini istemiyordum beni. Gerekirse saklanabilirdim.

Sıramdayım. Ayakkabıma bakıyorum. Dışarıda olan dikişlerinin bazıları kopmuş. Ama yine de sağlam gözüküyor. Elimle yokluyorum. Nasıl dikiyorlar bu kadar sert şeye bu ipliği. Teneffüs zili daha yeni çaldı. Canım sıkılıyor. Kalkıyorum yerimden. Koridora çıkıyorum. Çocuk seslerinin yoğun gürültüsünü şimdi fark ediyorum. Herkes koşturuyor ve bağrışıyor. Sınıf kapıları açık ardına kadar... Kapılara bakıyorum. Bazılarının üzerlerine resimli kâğıtlar yapıştırılmış. “Sinsi kapılar” diye geçiriyorum aklımdan. “Sinsi ve soğuk... Kapandıklarında duvara dönüşürler beklemediğiniz bir anda. Bazen ise beklediğiniz bir anda gözünüzün içine baka baka yaparlar yukarıdan kafasını oynatmadan sadece göz ucuyla izlerken sizi. Aniden bir çocuğun bana çarpması ile sarsılıyorum. Biraz sertçe bana çarpıp umursamazca devam ediyor yoluna. Ona doğru bakıyorum arkasından. O ise bu olay hiç yaşanmamış gibi korkuyla koşmaya ve arkasına bakmaya devam ediyor. Çarpışmayı unutup geniş koridoru izliyorum öylece. Biraz sonra merdiven başında bir kaç sınıf arkadaşımı görüyorum. Oraya doğru yöneliyorum. Biri Mert, diğeri Gökhan... Mert şişmandır. Hep terler bu yüzden kalın ve ıslak ensesine solucan gibi tutunurdu saçları. Güldüğünde ise kesik kesik sesler çıkarır her seferinde de dikkatimi çekerdi. Gökhan ise sarı ince saçları ve bacakları vardı. İnce zayıf bacakları yüzünden bir keresinde bir çocuk onu kavga esnasında üst üste çelme atarak kolayca yere düşürmüştü her seferinde. Sonunda ağlamış ardından diğer çocuklar Gökhan'ın bacaklarının inceliği hakkında yorum yapmışlardı. “Ne oynayalım” diyor Mert. Gökhan: “Yakalamaca” diye cevap veriyor. Yakalamaca oynamaya başlıyoruz. “Beni yakalayın” deyip aniden kaçmaya başlıyor Gökhan. Hemen arkasından da ben atılıyorum. Mert şimdiden geride kaldı. Koridorda hızlıca koşuyoruz. Uğultuların için de diğer çocuklara hafifçe çarptığımız oluyor. Onlarca farklı ses yenilerini bırakarak yanımızdan geçip gidiyor. Gökhan ağaçların arasından kıvrakça geçen bir ceylan gibi adeta. Bu ince bacaklarla nasıl bu kadar hızlı olabiliyor diye düşünüyorum. Hemen arkasındayım. Ben de fena değilim, bırakmıyorum arayı. Gökhan çocukların aralarından hızlıca geçerken biri aniden önüme atlıyor. Çarpmamaya gayret etsem de nafile, omuzum sertçe vuruyor çocuğa. “Ah...” diye bağırıyor hemen ardından. Yavaşlamama sebep olsa da durmuyorum. Arkama bakıyorum bir saniye kadar. Yüzü acıdan buruşmuş halde bağırdığını görüyorum omzunu tutarak,

“Yavaş ya...”

Tekrar önüme dönüyorum. Gökhan hala koşuyor arayı da biraz açmış. Koridorda ikinci tur atışımız. Bu sefer Gökhan itişen iki çocuğun aniden önüne çıkmasıyla fena bir çarpışma yaşıyor. Çarpışmaları o kadar sert oluyor ki çocuğun ayakları adeta yerden havalanarak düştüğünü görüyorum. Gökhan de az kaldı düşüyordu. Yavaşlıyor bu çarpmadan sonra. Koşmaya devam ediyor. Çok yaklaştım artık. Sonun da arkasından tutuyorum ve oyun bitiyor. Nefes nefeseyiz. Ellerimiz dizlerimizde biraz sonra gülüşmeye başlıyoruz. Arkamızda, diğer sesleri bastıran ya da dikkatlerini o kişiye verdikleri için kısılan sesler arasından bir çocuk ağlayışı duyuyoruz. Biraz önce Gökhan'ın çarptığı çocuk olmalıydı. Doğrulup sesin geldiği yöne doğru bakıyoruz. Ayakta yüzü kızarmış bir eli poposun da diğer elini de bize doğru sallıyor. Oralı olmuyoruz bile. Gülüşmeye devam ediyoruz. Sonra aniden o öğretmenin bize seslenişi ile irkiliyoruz ikimizde. Hızlı yayılan bir virüs gibi tüm bedenimi sarıyor korku. Kıpırdamadan duruyorum olduğum yerde. Ardından tekrar, bu sefer daha gür ve sert bir sesle benim ismimi haykırarak yanına çağırıyor. Borçla verilmiş tüm güzelliklere hakkı bile olmadığını aniden hatırlar bir edayla yer taşlarının şekillerini izleyerek yanına doğru yürüyorum.

“Sana ben kaç kere diyeceğim ha! Geri zekâlı şey, Kaç kere! Söyle!”

Kas katıyım. Vücudumda, içimde bir şeylerin hatalı işlediğini düşünüyorum. Sanki önemli damarlarımdan bir kaçı tıkanmış halde. Haykırmaya devam ediyor. Tüm koridor da sadece onun sesi. Dinlemek istemiyorum. Ellerimle kapatıyorum kulaklarımı. Bana inat sesini daha da yükseltmiş olacak ki sesi yine öncekine yakın geliyor kulaklarıma. Yere doğru bakıyorum. Ayakkabıları ilişiyor gözüme. Üzeri hafif açık olan siyah ayakkabılarının her ikisinin de önünde kara, papyona benzeyen birer süs var. Kendisine kalacak bir yer verilmiş ve efendisine asla sorun çıkarmayan – yoksa hemen kapı dışarı edilecek – itaatkâr bir hizmetçi kadın gibi yorgun ve eski iki ayakkabı ve süsleri. Gözlerimi kapatmışım. Biraz zaman sonra Mert'in “Oynayalım mı?” deyişiyle gözlerimi açıyorum, “Öğretmen gitti.” diyor hemen ardından. Başımı kaldırıyorum. Gerçektende yok; gitmiş. Uzunca süre böyle kalmış olmalıyım, koridor tekrar eski halini almış. Bağrıştırmalar ve koşuşturmalar, sanki biraz önce hiç yaşanmamış sadece ben hayal görmüşüm gibi. “Tamam” diyorum. Bu sefer Mert koşmaya başlıyor. Arkasında da yine ben…

Özenle yapılmış her şeyi yıkmak istiyorum. Ya da tüm resimleri karalamak... Koşuyorum; avını yakalamak isteyen vahşi bir hayvan gibi. Gökhan’la koşuşumuzdan çok daha hızlı koşuyorum. Bacak kaslarım karıncalanmaya başlıyor. Birkaç kişiye aralıklarla oldukça kötü çarpıyorum. Mert arkasına bakıyor. O kadar hızlı koştuğumu ve yakınlaştığımı görünce önce korkuyor ve sonra merdivenin başına doğru yöneliyor. Çok yaklaştım. Yetişiyorum. Ve sonunda tutuyorum Mert'i. Elimden kurtulmaya çalışıyor. Çırpınır gibi bir sağa bir sola dönüyor sürekli. Merdivenin ucundayız. Elleri ve kollarıyla sürekli beni itmeye çalışarak kendini kurtarmaya uğraşıyor. Şaşırıyorum bu haline ve bırakmamaya karar veriyorum. Mert'e bakıyorum. Yüzüne. Aklını kaybetmiş biri gibi sürekli itmeye çalışıyor beni. Yüzü ve bedeni beni sinirlendiriyor. Çokbilmiş ve pişkince sırıtan zengin çocukları geliyor aklıma. Bir tanesini tanıyordum. Korktuklarında böyle olurlardı yüzleri. Başkalarına yapıldığında zevk alan ama kendisi bir tavuk gibi korkan... Tüm vücudum kas katı halde. Sakin dursa bırakacağım belki. Ama daha da hızlanarak bir sağa bir sola dönüp elleriyle iteklemeye devam ediyor beni. İçimden biri itmemi söylüyor. Aradığım cevabı bulmuş gibiyim. Ve aniden itiyorum. Beklemediği bir hareketti bu. Elleriyle önce merdiven korkuluklarına uzanmaya çalışıyor. Korkuluklara yetişemeyince ümitsizce boşluğa doğru sallıyor ellerini. Üçer beşer atlayarak yan biçimde merdivenden aşağı düşüyor hızla. Yüzü biraz önceki kurtulma halinden bam başka bir durum da artık. Hissettiklerim ise: Bir diktatörü devirme özgüveni... Merdivenin sonuna doğru ayakları bükülüyor ve hızlıca pencere tarafına doğru yüz üstü bilinçsizce kolları açık halde uçuyor. Pencerenin hemen altında kalorifer petekleri var. Çaresizce kalorifer peteklerine doğru yaklaşırken, ben tüm olan biteni başından sonuna donmuş halde izlemekteyim. Kalın bir çarpma sesi ile irkiliyorum. Yere düşüyor ardından ve iki büklüm oluyor üzerine basılmış bir solucan gibi. Azıcık bir inleme sesi duyuyorum. Güçlü biriymiş diye geçiriyorum aklımdan. Ben olsam çığlık atardım. Mert'e karşı olumsuz bir duygum olmamıştı hiç. Neden böyle oldu anlamaya çalışıyor gibiydim. Sakinim. Ama kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyor. Burada olmamayı geçiriyorum içimden şimdi. Şuan da bir şeyin beni aniden bam başka bir yere götürmesini istiyorum. Yerde yüzünü tutar halde yatıyor. Geç kaldıklarını düşünsem de herkes merdivenin başında şimdi. Korku dolu seslerin kim yaptı deyişi yükseliyor arkamdan. Mert, yüzünü kapadığı ellerinin üzerine, parmaklarının arasından usulca kıpkırmızı kanın aktığını görüyorum. Nefes alış verişlerim yükseliyor. Biraz sonra tüm bu olanlara benim sebep olduğumu öğrenen o öğretmenin yanımda kükremesiyle sıçrıyorum aniden.

“Ne yaptığını zannediyorsun sen!”

Bir defa yüzüne baktım sadece. İlk burada olduğunu fark ettiğim andı o da. Gözlerim yerde bir noktaya odaklanmış halde şimdi. Bir şey olacak. Kötü şeyler hem de. Daha biraz önce bana bağırmıştı üstelik. Kurtulup gitmek istiyorum buradan. Annem geliyor aniden aklıma. Çaresizce, çok uzakta olduğunu hatırlıyorum. Öğretmen cevabını veremeyeceğim sorular soruyor bağırarak. Vuracağını anlıyorum. Her kez toplanmış. İki kara papyonlu yorgun ayakkabı sanki acır gibi bakıyorlar bana. Kolunun kalktığını fark ediyorum aşağıdan görebildiğim kadar. Ve ardından sol yanağıma sertçe bir vuruş geliyor toplanan öğrencilerden birkaçının hemen öncesinde hafif inlemesiyle. Ve sonra sağ tarafıma. Yüzüm hemen yanmaya başlıyor. Eminim kızarmıştır da. Sol tarafıma tekrar. Sağıma da... Çok acıyor. Burnum akmaya başlıyor. Küçücük bir sümüklü böceği pervasızca ezdiğimi hatırlıyorum. Savunmasızdı. Can çekişmesine izin vermemeliydim. Sonra sağıma tekrar vuruyor. Durmuyor. Tekrar... Tekrar... İntikam alıyor gibi. Her tokatta etrafımızda toplanan çocukların korkuyla karışık inleme seslerini daha çok duyuyorum. Hayatında gördüğüm en iğrenç şeyim belki de. Dayanamıyorum artık ağlamaya başlıyorum. Yüzüm uyuşuyor. O ise vurmaya devam ediyor. Acıyı eskisi gibi hissetmiyorum. Burnumun, gözlerimin, ağzımın, yerinden çıkacağını ve herkesin artık bana korkuyla bakacağını düşünüyorum. Vurmaya devam ediyor. Kafama, kulağıma, yüzüme geliyor tokatları artık. Çıldırmış gibi. Ellerimle yüzümü korumaya çalışıyorum. Ellerimi tutuyor ve yine vurmaya devam ediyor. Dayanamayıp yere düşüyorum sonunda. Ağlamaktan her yerim yaş içerisinde. Titrediğimi fark ediyorum. Tokatlar kesilmişti artık. Üşüyor gibi kıvrılıyorum olduğum yerde. Kollarımla kapattım yüzümü. Her şeyimi kaybetmiş gibiyim. Göğsüme vuran hıçkırıklarım yerini sessizliğe bırakıyor yavaşça kendini. Hafiflediğimi hissediyorum gittikçe. Yüzümü kapattığım kollarımda karanlığı seyre dalıyorum. Kaynağı bilinmeyen su gibi bir ışık altında görüyorum onu aniden. Abla diye seslenirdim. Güneşin kendini daima cömertçe gösterdiği bir yerde yaşıyordu. Ona âşıktım. Kahverengi uzun düz saçları yine aynı renk parlak gözleri ve ışıltılı bir gülüşü vardı. Sesi kulaklarıma değiyor şimdi kaybolup giderek. Uzun uzun baktığımı hatırlıyorum bir gün. O ise öylece bakıp gülümsemişti. Ve incecik ellerini yüzümde gezdirmişti ardından.

Kategori: