UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Durum Yazısı

27 Ara 2011
eren

Şimdi nasıldır pek iyi bilmiyorum, ama bizim zamanımızda edebiyat pek eğlenceli bir ders değildi. En genci yarım asır önce ölmüş bir takım adamların yazdıklarını “ilk psikolojik romanımız”, “kümes hayatını konu alan ilk şiir”, “bir Yozgatlı tarafından yazılmış ilk tiyatro oyunu” gibi kerameti kendinden menkûl sınıflandırmalara sokup öğrenciler iç kanamadan ölene kadar bunlarla işkence etmenin müfredattaki adıydı edebiyat dersi. İşkenceden bunalan öğrenciler aralara serpiştirilen “sanat mı toplum içindir yoksa tavuk mu yumurtadan çıkar” nev’inden tartışmalarla yeniden kıvama getirilirdi. Kısacası, “edebiyat”, üniversite sınavı için ezberlenmesi gereken isim ve tarihlerden ibaret bir başka ezber kitapçığının adıydı.

Edebiyat dersi kâbusundan hafif yaralı kurtulabilenlerden pek azı, edebiyatın gerçekte nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye cesaret edebilirdi. Bu derste nadiren karşımıza çıkan Orhan Veli, Sait Faik gibi yazar ve şairler bu nedenle herkese ayrıksı görünürdü. Kimileri “yazar burada kime sesleniyor” sorusunun cevabını aramaya çıkıp geri dönemezken, kimileri de ezber kitabına yeni bir madde ekleyememenin burukluğuyla, yuvasına kastedilmiş bir kuş gibi boş boş bakardı.

Bu nedenle, “edebiyatımızın en önemli öykücüsü kimdir” sorusunu, bu tedrisattan geçen kime sorsanız tereddütsüz bir “Sait Faik” cevabıyla mukabele ediliyor olmanız mânidardır. Bu cevabı verenin Sait Faik’in öykülerinden keyif alan bir okur mu yoksa yoğun çabalar sonucunda ezber kitabına yeni bir madde ekleyebilmiş bir eğitim gazisi mi olduğunu kestirmekse pek kolay olmayabilir. Çünkü, Sait Faik, bir üstün başarı plaketi takdim edilip emekli edilmiştir. Kitapları toptan “klasik” mertebesiyle taltif edilmiş ve “okunmayacaklar” rafına yerleştirilmiştir. Zira, Mark Twain’in söylediği gibi, klasikler herkesin övüp kimsenin okumadığı kitaplardır.

Uzun Hikâye’de Sait Faik okumalarına başladığımızda hep birlikte yazarın hakkını teslim edebileceğimizi, beğendiklerimizle beğenmediklerimizi ayırabileceğimizi, yazarın kitaplarını öykü raflarına yeniden yerleştirebileceğimizi umuyordum. Lâkin bu verimsiz dönemde bunu pek yerine getirebildiğimiz söylenemez. Keşke Sait Faik okumaları Uzun Hikâye’nin daha heyecanlı, daha bereketli bir zamanına denk gelseydi diye hayıflanmadan edemiyorum.

“Evladım ne diyorsun? Dediklerin anlaşılmıyor.” dediğinizi duyar gibiyim. Bir şey dediğim yok aslında. Hep olay yazısı yazacak değiliz ya, ben de durum yazısı yazıyorum.

Kategori:

Re: Durum Yazısı

""
Uzun Hikâye’de Sait Faik okumalarına başladığımızda hep birlikte yazarın hakkını teslim edebileceğimizi, beğendiklerimizle beğenmediklerimizi ayırabileceğimizi, yazarın kitaplarını öykü raflarına yeniden yerleştirebileceğimizi umuyordum.

Bilmiyorum. Sanırım başka bir bahara. Burada güzel olan "ummak" galiba. Bunu kaybetmesek yetecek. Sular; sellerle, anaforlarla bulanır, sonra tekrar eskisinden daha berrak olur. (Umuduyla)

Bilmiyorum. (Bazı şeyleri biliyorum aslında. bazen yolların daralmaya doğru gittiğini.) Sait faik'in hakkını kendimize teslim etmeye çalışacak bir küçük ayırım bile olsa, hiç yoktan iyidir bence.

Bilmiyorum. Fazla uzatmak da istemiyorum. Bir kırıklık var sadece belli belirsiz. (daha çok belli gibi) Rocky'nin altı-yedi raund yumruk yemesi gibi değil belki de. Ama beklemeden de edemiyor insan; hep, bir yerlerden bir kıpırtı, bir değişik şeyler olacakmış gibi geliyor.

Bilemiyorum. Özür dilerim.


Re: Durum Yazısı

Horozu düşündüm.

Ötüyor muydu yoksa,
Uyuyan bir şeyleri mi simgeliyordu?

Neden "Durum yazısı"nda bir horoz resmi var?


Re: Durum Yazısı

Yazıyı "Uzun Hikâye’de Sait Faik okumalarına başladığımızda..." bölümüne kadar farklı bir tatla, beğeniyle okuduğumu söyleyebilirim. Nereye seslendiğini bilen bir dikiş makinesi inceliğiyle örülmüş. Okuyucuya bırakılmış, makinenin iğnesinin altına ne konacağı. Bir parça amerikan bezi, bir parça şile bezi, bir parça insan derisi.

Sonra o tat ve beğeni dönüştü.


Re: Durum Yazısı

Horoz "kümes hayatını konu alan ilk şiir"i simgelemek üzere düşündüğüm bir şakadan ibaret. Esasında bütün yazının bir şakadan ibaret olduğu bile söylenebilir. Amacım sitem etmek, eleştiride bulunmak da değildi. Yazının gülümsenerek okunacak bir yazı olmasını sağlamaya çalışmıştım. Ama bu sefer pek başarılı olamadım herhalde.

Şimdi bakınca "Uzun Hikâye’de Sait Faik okumalarına başladığımızda..." diye başlayan paragraf hepten atıldığında yazının hâlâ bir "durum yazısı" olduğunu görüyorum. Dileyenler öyle de okuyabilirler. Yeter ki sonuç gülümseme olsun Wink


Re: Durum Yazısı

Oraya kadar yazı hep gülümsetti. Ve nefisti. Gülümsetmedi sadece tabi ki. "Eren" ötesi bir şeyler buldum ben o bölümlerde. Ölçülü ve hoş bir ironi. Ama ötesi de gerekliydi bence. Belki de ötesine kapılmadan edememek gerekliydi.


Re: Durum Yazısı

Uzun hikaye de bir durum hikayesine dönmüş diyebilir miyim kanımca? Bir eleştiri yapmak gerekirse...

Merkezileşmenin olmadığı bir hayat elbet en güzelidir, sevecenlisidir, hoştur. Ama Sanki, diyebilir miyim Uzun hikaye yazarları, çizerleri, ütopyacıları ortaya bir "durum" atıyor ve "hadi bakalım gerisini sen düşün" Bu "sen düşün" kısımı bizlere "Ee, şİmdi ne desem de bir şey yazsam. Yoksa yazmış olmak için mi yazsam?" Dedirtebiliyor diyebilir miyim acaba?

Merkezileşme de nereden çıktı şimdi? Öyküleri tartışacak, yorumlayacak, ya da üc cümleye dökecek çoğulcu bir diziliş ile belirlenen bir konu ve öykü başlığı altında heyecanlılığın yakalanması sağlanabilir diyebilir miyim?


Re: Durum Yazısı

Ben, kendi adıma, "ne diyorsun evladım"ın fersah fersah ötesine geçip şu cümleye hayranlığımı iletiyorum:

eren dedi ki:
Kimileri “yazar burada kime sesleniyor” sorusunun cevabını aramaya çıkıp geri dönemezken, kimileri de ezber kitabına yeni bir madde ekleyememenin burukluğuyla, yuvasına kastedilmiş bir kuş gibi boş boş bakardı.

"Durum saptaması"nın durumunu da özetliyor bu satırlar bir yandan; Uzun Hikâye'de biz kime, niye sesleniyorduk diyenlerle kesif bir sessizliğin hüküm sürdüğü odasına kastedilmiş gibi bakakalanlar arasında bir yerlerde bir horoz ötüyor. Denizli horozu... Smile


Re: Durum Yazısı

Sadece okul yıllarının, lise yıllarının mantığı değil,sonrası da farksız. Üniversitede Türkçe öğretmenliği bitiren bir kişi de Sait Faik'i, Aziz Nesin'i tanımadan, çocuklara ne gibi kitaplar önerebileceğini, ya da onlara kitapları sevdirmek için, sınıfta ne okuyacağını bilemeden okulu bitiriveriyor.

Sanırım, "anlam" "anlama" kavramlarına uzak yaşantımız -Eren'in de dediği gibi- yaşamımıza saplanıp kalıyor. Eski Türk edebiyatı aruz kalıplarının öğretildiği (failun, mefailun vb), "İlk psikolojik roman neydi?"yi aralayıp öykü üzerine ya da şiir anlamı üzerine düşünen dersimiz sanırım olmadı.

Çocukluğumda, amcamın hanımını hergün kuran okurken görürdüm ve evimizde alışkın olmadığım bu durumu anlamak için ona ne okuduğunu sorardım. Çocuk aklımla birgün bana tekrar etmesini istedim ve bütün bir duayı ezbere okumuştu. Haliyle "Burada ne anlatıyor?" sorusunu sordum ve yanıt alamamak beni öylesine şaşırtmıştı ki...Yıllarını veriyor ama anlamını merak etmiyor ya da düşünmüyordu.

Şimdi öğrencilerime fırsat buldukça sesli öyküler dinletmeyi, şiir ya da öyküler okumayı zorunlulukmuşçasına hissetmem, üzerine konuşmaya çalışmam sanırım bundan Smile


Re: Durum Yazısı

Bu "durum yazısı"nı Jameson'ın "Fredric Jameson - Third World Literature in the Era of Multinational Capitalism" makalesi ile hemen hemen eş zamanlı okuduğum için bende şöyle bir izlenim oluştu.

Bir yandan karşısındakini (örneğin Batı'yı) izliyor olmaktan mütevellit hep bir adım geride olmak, öte yandan yine karşısındakinin (yine Batı'nın diyelim) ürettiği tarihi kendi tarihi olarak benimsemek bizi şablonlar cennetinin içine düşürmüş oluyor.

Karşımızdaki her zaman bir tapınma nesnesi hâline gelirken kendi yaptığımız hiçbir şeyin değer taşımayacağı fikrini benimsiyoruz ölesiye. Çeviri, milli edebiyatın kanallarını genişletebilecek bir araç iken Batı hârici bütün bir dünyanın (ekonomik koşullar bir yana) Batı havarilerine dönüşmesi akıl almaz bir şey (yahut akıl almaz olmasını umduğumuz bir mesele diyelim).

"Varış noktası" olarak kendimizi veya bize benzeyen bir başka insanı göremeyişimiz eğitim sisteminde de, Uzun Hikâye'de de kendini böyle göster(ebil)iyor. Jameson'ın "ulusal alegorisi" ile Baykam'ın "This has been done before" tümcesi arasında gidip gelirken "üretim utancı" yaşayabiliyoruz.

Benim sorum şu olacak: En son ne zaman kendimizi havari değil de "peygamber" (Tahsin Yücel'in peygamberi gibi), hatta "yaratıcı" olarak gördük?

(Horoz, kendi sesinin bir başkasınınki ile aynı olup olmadığını umursamadan, kendi sesi ile öter)

Not: Gece gece ne diyorum acep?