UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Dostoyevski - Ölü Evinden Anılar

08 Nis 2009
elif cinar

Dostoyevski’nin Ölü Evinden Anılar kitabından alıntıladığım aşağıdaki satırlar, yazarın Sibirya’da bulunduğu süre içinde cezaevinde karşılaştığı insanlara dair gözlemlerinden, benim çok sevdiğim, kısa bir bölüm.

""
Özel bölümde bulunan bir tanıdık bizim koğuşa geldi. Uysal, her zaman nazik ve neşeli bir gençti, oldukça akıllıydı ve olayları kolayca şakaya alırdı, asla kötü niyet taşımazdı, bunun yanı sıra oldukça da saf görünüşlüydü: Hapishaneye geldiğim ilk gün, öğle yemeği sırasında zengin adamı bulmak içini mutfağa girip benimle çay içen tutukluydu bu. Yaklaşık kırk yaşlarındaydı, son derece kalın dudakları ve kocaman etli bir burnu vardı. Şu anda elinde bir balalayka tutuyordu ve parmaklarının ucuyla telleri belli belirsiz tımbırdatıyordu. Kocaman başlı ufak tefek bir çanak yalayıcı da onun peşi sıra içeri girmişti, bu adım ancak şöyle böle tanıyordum. Zaten bu adama kimsenin pek aldırış ettiği de yoktu. Daha ziyade garip ve herkesten kuşkulanan bir yaradılışı vardı, her zaman çok sessiz ve ciddiydi. Dikiş atölyesinde çalışıyordu., açıkça yalnız kalmak istediğini belli ederdi ve kimseyle ahbaplık kurmazdı. Bununla birlikte, şu anda içinde bulunduğu bu sarhoşluk içinde, tıpkı bir sülük gibi Varlamov’a yapışmıştı. Müthiş bir heyecan dalgasının etkisinde arkadaşını bir gölge gibi izliyordu, bir yandan da kollarını sallıyor, duvarları ve ranzaları yumrukluyordu, neredeyse ağlayacaktı. Varlamov sanki bu adam orada bulunmuyormuş, onun farkında değilmiş gibiydi. İşin ilginç yanı da şuydu, bu bayram gününe kadar bu iki adam hiç arkadaşlık etmemişlerdi. Kesinlikle ne çalışma ne de kişilik açısından ortak hiçbir yanları yoktu. Ufak tefek tutuklunun adı Bulkin idi.
Beni görünce, Varlamov gülümsedi. Sobanın yakınında, ranzamın üstünde oturuyordum. Biraz uzağımda durdu, yüzünü bana döndü, açıkça bir şeyler anımsamaya çalıştığı anlaşılıyordu, sonra olduğu yerde sallandı ve düzensiz adımlarla bana doğru biraz ilerledi. Fiyakayla çevresine bakıp balalaykasının tellerine hafifçe dokunarak, şarkı söylemekten çok, konuşarak topuklarını yere vuruyordu:
Elma yanaklı ve tatlı yüzlüydü,
Şakırdı mutlu bir kuş gibi o.
Zaten, ipek ve dantellerle süslenirdi,
….

Sanki bu şarkı Bulkin’in öfkesini tepesine sıçratmıştı. Kollarını havada sallamaya başladı ve herkese birden hitap ederek, şöyle bağırdı:
“Bunların hepsi yalan, söylediklerinin tümü, dostlarım, hepsi yalan! Söylediklerinin içinde gerçek tek bir sözcük bile yok! Bunların tümü de yalan!”
“Yaşlı Alexander Petrovich’e en iyi dileklerimizle,” dedi Varlamov, gözlerimin içine bakıp gülerek.
“Söyle bakalım, Varlamov, her şey yolunda mı?”
“Her şey günden güne değişiyor. Bayram nedeniyle sevinçli olan herkes ta sabahtan beri içiyor, hepsi küfelik olmuş, bu nedenle de bana aldırış eden yok.”
Varlamov sözcükleri uzatarak aynı ses tonuyla konuşuyordu.
“Yalan, hepsi yalan!” diye haykırdı Bulkin, umutsuzluk içinde yumruğunu ranzaya vurarak. Ama Varlamov, sanki yanındaki adamın sözlerine kulak asmamak, onu ciddiye almamak için yemin etmişti ve içinde bulundukları durum da oldukça gülünçtü. Varlamov’un tüm söyledikleri “yalan” olduğu için Bulkin, hiçbir geçerli neden olmadan, sabahtan beri onun peşine takılmıştı. Söylediği her sözcüğü seçiyor ve ellerini duvarlara, ranzaların tahtalarına öyle hızla ve sertçe vuruyordu ki neredeyse kanayacaklardı. Varlamov’un sözlerinin tümünün yalan olduğuna öylesine kesin inanmıştı ki, sanki bundan acı duyuyordu. Durumun en beter yanı da Varlamov’un ona gözünün ucuyla bile dönüp bakmamasıydı.
“Hepsi yalan, yalan, yalan! Bunların içinde doğru bir tek söz yok!” diye bağırıyordu Bulkin.
“İyi de, bundan sana ne?” diye soruyordu öbür tutuklular gülerek.
“Size bir şey söyleyeceğim, Alexander Petrovich. Gençliğimde oldukça yakışıklıydım ve kızlar da peşimi bırakmazlardı…” diye birden söze başlayıverdi Varlamov, aslında bunları niye söylediğini de kimse bilmiyordu.
“Yalan, hepsi yalan bunların! Yine yalan söylüyor!” diye onun sözünü kesiverdi Bulkin bir çığlık atarak. Öbür tutuklular iki yanlarını tuta tuta gülüyorlardı.
“Ve ben de onların karşısına geçip caka satıyordum: Sırtımda kırmızı bir gömlek, pamuklu kadifeden pantolon! Bütün gün boyunca, kör kütük sarhoş yatıyordum! Sizin için ne yapabilirim, hanımefendi!”
“Yalan!” dedi Bulkin kararlı bir şekilde.
“O günlerde babam bana iki katlı taş bir ev bırakmıştı. İyi de, iki yıl içinde bu iki kat yerle bir oldu. Elimde kala kala evin giriş kapısı kaldı. Ne yapalım? Para tıpkı güvercin gibidir. Oraya uçar, buraya uçar.”
“Yalan!” diye haykırdı Bulkin her zamankinden daha kararlı.
“Hapishaneye düşünce, ayılıp kendime geldim ve belki de bana üç beş kuruş yollarlar umuduyla evdekilere acıklı, gözü yaşlı bir mektup yazdım. Anamın babamın isteklerine karşı geldiğim, onlara karşı saygısızlık ettiğim için şimdi pişmanlık duyduğumu söyledim. Bu mektubu yazıp göndereli tam altı yıl oldu.”
“Peki yanıt gelmedi mi?” diye sordum gülerek.
“Elbette gelmedi,” diye karşılık verdi. Birden kendisi de gülmeye başlamıştı ve bu arada da burnunu gittikçe yüzüme yaklaştırıyordu. “Burada bir sevgilim olduğunu biliyor musunuz, Alexander Petrovich?”
“Senin mi? Bir sevgilin?”
“Geçen gün Onufriev şöyle dedi: Sevgilimin yüzünde birkaç çiçek bozuğu var, çirkin de olabilir ama, hiç olmazsa bir sürü giyeceği var. Oysa seninki güzel ama, tam bir dilenci, zaten her yerde de elinde bir dilenci torbasıyla dolaşıyor.”
“Bu söylediklerin gerçek mi?”
“Evet, o kadın bir dilenci!” diye yanıtladı, sessizce gülerek.
Orada bulunan herkes de gülmeye başladı.
“Dilenciyse dilenci, bundan bize ne,” dedim, amacım bir an önce ondan kurtulmaktı. Bir şey söylemedi ama yüzüme sevimli bir şekilde baktı ve kibarca şöyle dedi:
“İşte bu nedenle, bana bir yudumcuk içki içecek para verir miydiniz acaba? Bugün içebildiğim tek şey yalnızca çaydı, Alexander Petrovich” diye ekledi.
O parayı aldığı anda, Bulkin’in öfkesi son sınıra vardı, tepesinin tası atıverdi. Tıpkı bir çılgın gibi ellerini kederle sıkıyor, büküyordu, dokunsalar ağlayıverecekti.
“Sizler kendinizi dindar sanıyorsunuz, değil mi?” diye bağırdı, bu sözleriyle hepimize hitap ederek. “Şuna bir bakın hele! Söylediği her şey yalan! Hepsi yalan! Mükemmel, katışıksız, sapına kadar yalan bunlar! Yalan, yalan, hepsi yalan!”
“Bundan sana ne?” diye bağırdılar onun bu öfkesi karşısında şaşırıp kalan tutuklular.
“İhtiyar ahmak, sen de!”
“Onun yalan söylemesine göz yumamam!” diye haykırdı Bulkin, bir yandan da yumruğuyla ranzaya vuruyordu. Bu arada gözleri de garip ışıltılar saçıyordu. “Onun yalan söylemesini kesinlikle istemiyorum.”
Herkes sarsıla sarsıla gülüyordu. Varlomov parayı aldı. Başıyla beni selamladı ve koşarcasına koğuşun kapısına doğru atıldı, hiç kuşkusuz, doğruca meyhaneciye gidiyordu. İşte Bulkin’i de ilk kez o anda fark ediverdi.
“Haydi bakalım, düş önüme,” dedi kapının eşiğinde durarak, sanki herhangi bir nedenle ondan ayrılması olanaksızdı. Meteliksiz, umutsuz Bulkin’in öne geçmesi için yana çekildi ve yeniden balalaykasının tellerini tımbırdatmaya başladı.

Kategori: