UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Denize Sığınmak

08 Şub 2014
Mehmet Sürücü

Sığıntı

Reisin kamarasındaki bilgisayardan baktığı hava tahmini, akşama doğru havanın bozacağını gösteriyor. Reis bunu gayet sıradan, günlük, önemsiz bir şey gibi söylüyor. Dalgın sanki, uzaklardaki denizle göğün birleştiği yerlere dikili bakışları. Dönmemiz gerekiyormuş Enez’e. Birkaç saate kadar iyi çalkalanacak deniz, diyor. İçimde bir yerler telaşlanıyor, görmezden, bilmezden gelmeye çalışıyorum.

Çağlar boyu birbirine komşu iki ada, Gökçeada ile Semendirek arasında bir yerlerdeyiz. İki koca karaltının gri, koyu mavimsi tepeleri görünüyor. Denizin üzeri hafif çalkantılı. Bom direğinin tepesinde dalgalanan bayraktaki rüzgâr kuzeybatı diyor. Hava serin. Vakit öğlen. Bir yarım saat önce bitmiş molanın koşturmaları, hengâmesi. Mola edilmiş, balık sarılmış, mavi denizin üzerinde sapsarı bir mantar şerdi, kıvrıla büküle, döküle döküle ucu kavuşmuş, sonra çelik halatlar koca vinçle sarılıp, altı toplanmış, bomdaki dev makaradan, sarılıp ağlar, sular seller arasında tekneye alınmış, istiflenip, bocilikten koca bir kepçe daldırılıp daldırılıp, orta güverteye bir balık seli dökülmüş, her yan titreşen oynaşan balık bedenlerinin üzerlerinde, harmanda, filenin ucunda havaya savrulan buğday misali pullar saçılmış, parça parça buzlar serpilmiş, haki çizmeli, muşambalı, bıyığı, sakalı, uzamış, suratları soğuktan kararmış adamlar, bir balık selinin arasında gezinmiş, küreklerle bu yerinde durmayan nesneyi kasalara doldurmuşlar. Aralarından çıkan denizyıldızları kenarda sarılı turunculu süs nesneleri gibi dağılmış, dumanlı grili bedenleri, uçları vantuzlu kollarıyla ortalıkta, ayakaltlarında irili ufaklı ahtapotlar gezinmiş. Kimi sardalyelerin, denizanalarının üzerine basılıp ezilmiş, bir telaşın işaretleri gibi durmuşlar. Kontrollü, alışkanlık sinmiş bir dağınıklık yaşanmış. Sonra nasıl olduysa hızla toparlanmış ortalık, koca bir hortumla yıkanmış balık hazneleri, orta güvertenin kıyı köşesi, kasalar istiflenmiş, üzerlerine suları süzülen örtüler atılmış, herkes, ait olmayan, eğreti, uygunsuz her şey bir anda kayboluvermiş ortadan. Aralarda gezinen birkaç martıya kalmış ortalık.

Alttaki genel kamaraya iniyorum. Niyetim akşama kalmaz havanın bozacağı haberini tayfaya vermek. Herkes yayılmış bir tarafa. Tıraşları, sakalları uzamış, yüzlerden yorgun suretler çoğaltılıyor. Grisi az beyazı baskın sakallı, yüzü buruşuk, zayıf birisi köşede dirseğini kırıp yanlamış, sigara içiyor. Ardındaki türkuaz boyalı kamara duvara asılı panoda, iri, büyük harflerle; BURADA CİGARA İÇİLMEZ. PARA CESASI VAR, yazılmış. Kamara duman içinde. Belli ki karada geçerli olan kurallar, kanunlar burada, denizin ortasında pek takılmıyor. Biraz yükselterek sesimi, haberi veriyorum. Birkaçı, Biliyoruz, az önce hava durumunda da söylendi, diyorlar. Reis’in umursamaz tavırları onlarda da var, enikonu gamsız herifler. Umursamıyorlar. Az sonra fırtına, bora patlayacakmış, dalgalar azacakmış, düşünmüyorlar bile. Hatta bir kısmının yüzünde bu haberin sevindirici esintilerini bile görür gibi oldum.

Şaban Reis kapıyı açıp, İki adam gelsin, diye seslendi. İki kişi doğruldu uzandığı yerden. Kalkıp, ardında takıldı. Camdan baktım, kalın bir brandayı balıkla dolu kasalara sarıp, kalın halatlarla kenardaki halkalara bağlıyorlar. Epey dalga bekleniyor sanırım. Bakalım, göreceğiz.

Küçük aralıktan dumanı tüten bir çay uzattı aşçı. Elden ele aktarıldı önüme kadar. Çıngıldattım kaşığını. Bardağın kenarlarına çarpan sesi iyi geldi. Duruldum birazca. Göz gezdirdim ortaya. Çavuş’a ilişti gözlerim. Çavuş’un alnı kırış kırış, her zamankinden. Kaşları titrek, sigara uçuca. Yanına sokuluyorum, çayımı da masanın üzerinde sürüyerek. Uğraşma benle, söyletme beni bakışı atıyor birkaç. Adını kullanmıyor kimse, Çavuş Abi git, Çavuş Abi gel. Hatta kimi kez küçüğü büyüğü için o sadece Çavuş. Tayfa ile Reis arasındaki arabulucu, görevleri ayarlayıcı kişi gibi bir konumu var. Gırgırlardaki eski balıkçılardan, yaşı geçkince, sessiz oturaklı tayfalardan seçiliyor. Ünvan gibi bir şey. Konuşkan olmasa da, günden geçmişten sorduklarımı ister istemez yanıtlaya yanıtlaya bir mesafeyi daraltmıştık. Özellikle bir dönem tayfa olarak gırgırlara sığınan kaçaklarla ilgili anlattıkları ilgimi çekmişti. Notlarımda şöyle yazıyor;

Eskiden daha çoktular. Hele o 12 Eylül sıraları. Yeni tayfa toparlıyorsun. Her sene aynı adamlar olmuyor tabi ki. Bir sene çalışıp, memnun olmayan, birisiyle, reisle takışan, atışan gelmiyor sonraki sene. Hep arada yeni, görmedik yüzler çıkıyor. Bir türlüsü var ki, hemen belli oluyor değişik, özel, ayrıksı durduğu. Ürkekliğinden, parkasından, dudaktakmaz bıyıklarından, kıç cebindeki ucu kırmızımtırak gazetesinden, kapağının bir yanında çoğusu bir yıldız,sıkılı yumruk resmedilmiş kitaplarından, kayığın hep kuytularına, kendi yalnızlıklarına kaçmalarından. Devrimci onlar. Öyle diyorlar biraz biraz dillenince. Elleri kitap tutmuş, defter, kalem tutmuş. Halat, mantar, çelik tel, kurşun yadırgıyor ellerini. Daha çok ezip, acıtıp, yaralıyor. Karada yakamadığı devrim ateşlerini, denizin ortasında, kıyılarda, koylarda seyir halindeyken, limanda, rıhtımda, ekşi şarap kokan meyhane diplerinde tayfanın, mapacının, botçunun içlerinde, bitmeyen, uzayan sözcüklerle tutuşturmaya çalışıyorlar. Gururlu, kendini beğenmiş değiller. Sevginin ne olduğunu biliyor ve esirgemiyorlar. Şiir dedikleri, iki üç laftan, gözleri yaşaranlarını gördüm. Hayret ettim. Ama hayat başka bir şey. Tüm bunlar halattan, kurşundan nasır bağlamış iki parmak etmiyor çoğusu. Ağızları kuruyup, sesler kısılıp, hafif bir boşuna debeleniyorum duygusu depreşince sanırım, koynundan kapağı kırış, yırtık bir kitap çıkarıp, kıça, ağların üzerine, baş tarafa, kalın halat yığınına çömelip, okuyorlar. Öyle bir huşuya dalar gibi kayboluyorlar ki kitabın içinde, bizim tayfa ürküyor yanına yaklaşmaya. Martılar bile uzak uçuyor sankilim.

Biri vardı. İnsanlardan hazzetmeyen, hep iş güç olmayınca kıçta başta kitap sayfası tırtıklayan. Gür bıyıklı, sarımsı keçisakallı, başı tuhaf kasketli, dalgın bakışlı, hep üşüyen, kimi kızarık, kimi mosmor kulaklı, burunlu biri; Çe Ahmet. Adını da Mertoğlu’ndan İslam söyledi. İstanbul’da, bilmem ne üniverstesinde, bilmem nenin kafa adamıdır dediydi. Bazen unuturdu bir yerde kitabını, karıştırırdım şöyle bir. Anlamadık laflar. Kitabın üstünde başında, arasında bakarsın ki incecik bir balık pulu yapışmış, kurumuş, ışıldar durur. O pul daha bildik, tanıdık gelir sözcüklerden. Kitaba daha bir korkusuz, çekincesiz dokunurum. Her neyse. Bu bizim yabani bir vakit sonra, hep kayığın peşinde dolanan, çoğu kıçta, ağların arasında dikelen, yatan, her nasıl olmuşsa zamanında bir ayağı kırılıp, eğrice kaynamış, belki de kırılmamış da bir nedenle eğrilmiş martıyı kestirdi gözüne. Molalardan irice balıklar ayırıp, martıyı beslemeye başladı. Niyeti onu kendine alıştırmak. Çe Amet adı. Biz Çe Amet dedikçe, bakıyorum Amet kısmına değil de lakabına daha çok allanıyor yüzü. Kendisi laf etmez pek demiştim, başka birisi anlatıyor kimmiş bu Çe, dünyanın dağlarında, elde mavzer, nasıl koşturmuş. Ağızlar hafif açık dinliyoruz tabi, denizin koyunları.

Birkaç beyaz bulut hızla çekilip aradan, meydanı önce gri, sonra koyulup kararan bulutlara bıraktı ortalığı. Rüzgar hızlandı. Kamaraların saçaklarında, çatlak cam aralarında, direklerde, gerili halatlarda, tellerde, iplerde uğuldamaya başladı. Kamarada konuşmalar, rüzgarın artan uğultusunu bastırmak istercesine üst perdeden çıkıyor. Kapıyı açıp çıkmaya yeltendim, birisi, Otur oturduğun yerde, nereye bakacaksan buradan bak, dedi. Ses çıkarmadım. Oturdum.

(Bölüm devam edecek)

Kategori:

Re: Denize Sığınmak

Mehmet Sürücü'nün okuyucuyu öykünün havasına sokması, her birimize gemiden bir köşe bir kenar yer vermesine hayranım. Şu ana kadar ondan okuduğum hemen hemen tüm öykülerde, ki bunlar izlenim merkezli oluyor çoğunlukla, yaşanmışlığı aktarmakta zorlanmadığını ilgiyle okuyorum. Öykücü olarak, nerede duracağı bilmesini, anlatıcı olarak silüetinin varlığını seviyorum.

Öyküdeki devrimcileri düşünüyorum. "Fırtına" öyküde, nedensiz ve derine inmeyen bir ayrıntı mı? Yoksa üçüncü biri olan ve devrimci ve diğer tayfaya da aynı ölçüde uzak olan anlatıcının gözüyle daha çok şey mi yüklemeliyiz fırtınaya? Açıkçası ben öyküdeki griliğin, fırtınanın ve terk edip giden devrimcilerin boşluğunun yarattığının asıl fırtına olduğunu düşündüm, öyküye böyle bakmak istedim belki de. Sizlerin yorumlarını da merak ediyorum.