UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Denizci Şantileri

22 Mar 2015
AhmetMenderes


DENİZCİ ŞANTİLERİ-1

Köpek dişleri devamlı kaşınan bir “etobur” değilim. Hatta belirgin düzeyde bir “otobur eğilim” taşıyorum diyebilirim. Talihsiz bir hayvanım. Keşke bir Ege mağarasında -Cevat Şakir ustanın bahsettiği- o yaralı bakışlı fok olsaydım, diye de sık sık hayal kuruyorum. Ancak foklar iş güç nedir bilmiyorlar. Gündelik işlerimin çoğunluğunu yazınsal meraklarım işgal etse de kalan zamanlarımda kendimce bir balıkçılık uğraşını sürdürüyorum. Bu uğraş, beslenmek bir yana [tabi ki balık yemeye bayılırım] kadim bir işi de sürdürmemi olanaklı kılıyor. Bu işi birileri sürdürmeli sonuçta. İlk bakışta usta çırak ilişkisini zorunlu kılan bir iş gibi görünse de biliyorum ki;
Yağ satarım bal satarım,
Ustam öldü ben satarım.
Anlaşılacağı üzere her kadim iş gibi bu da neredeyse bütünüyle bir oyunu andırıyor. Çocukluğun sisleri arasından zorlukla seçilen o kusursuz dünyaların sözünü, soluğunu ve yordamını taşıyor. Ben bu işe sıklıkla yaz-g-ıcılık diyorum. Hayır, kadercilik anlamında değil; hikayeleri çıkınlarından çıkarıp kentcil insanların önlerine koyarken, bir yandan onlara çaktırmadan harflerden ya da şekillerden kotarılmış bir iksir saçmak, yazmak-serpmek anlamında...
Kültür endüstrisi çemberinin dış kıyısında biri donunda böyle bir metni kovalıyor olmam ilk bakışta çelişkili görünebilir. Ancak işte o kadim uğraşın habitatında dolanıyor olma halim tam da bu kaybolmaya yüz tutmuş hazzı yaşamama yol açıyor. Ne geveliyorum? Sabır, anlatacağım...
Kayıkta sık sık karşımdaki oturak boş kalıyor. Sevgili köpişim RRök [evet çift R ile] genellikle pruvadan martı ürkütmeye odaklandığından muhabbeti hiç çekilmiyor. [laf aramızda, onun bu aralar benden gizli gizli bir metin yazmaya giriştiğini biliyorum] Ben de RRök’ün sıradışı [!] ilgisizliğini denizin bağrından bazı tuhaf arkadaşlar edinerek gidermeye uğraşıyorum. Fransa’nın güneyinde başı elleri arasında oturmak yerine minik Kule-be’me gelip piposunu tüttüren azılı korsan Aloysius -ki Kule-be’nin dışındaki dünyada James Joyce olarak bilinen bir tekgöz İrlanda yiğididir; Port Bou limanında bir deniz kadınının peşine düşüp kıyılarımıza kadar yüzerken ölmeyi unutan Detlef Holz –ki bu şahıs da Walter Benjamin olarak anılır; Klondike’ta yerin dibinde bir altın damarı kurcalarken kafasına düşen yosunlu kaya yüzünden yazar olmaya karar veren John Griffith –ki Jack London diye bilinir kendileri; son olarak büyük üstad Balıkçı yani Cevat Şakir, bu aralar sıklıkla sohbet ettiğim kişiler. Zavallı “Ben” [“Biz”in tahakkümünde unufak olmuş] takma adların gerçek adlarla karıştığı bu grotesk zamansız/süper-mekanda didinirken RRök -yine de- arada, Bulutsuzluk Özlemi’ni doğrular o “Hitit Aslanı” pozlarından vazgeçip kaş altından bir bakış fırlatıyor.
“Sen düpedüz kaçığın tekisin” anlamına geliyor bu, biliyorum. Haksız da sayılmaz. [Kaçmışım, ilkin kendimden] Ağır arkadaşlarımın ölü olmaları [yaygın görüş ölü olduklarını savunsa da bence gayet diriler] size tüyler ürpertici gelebilir. İnanın hiç de öyle değiller. En ilginçleri de Detlef sanırım...
Detlef yazınsal macerama benden daha fazla önem veriyor. İçlerinde bana sürekli gaz veren de sadece o sanırım. Bu konuda kendi hevesinin yarım kalmışlığı bir yana oldukça mantıklı, kuramsal bir açıklaması da var.
Detlef- Denizcileri sabah akşam kafayı çeken serseriler olarak görmek en başta Calico Jack’e bir hakaret.
[Komik bir fötr şapkası var. Takım elbisesi yıpranmış. Yakaları lime lime. Sırtına astığı çantası yanına düşmüş, bir tomar kağıt çantanın patlağından seçiliyor. Ayağını sağ ıskarmoza dayayınca delik pabuçlarını görüyorum]
Ben- [bir ispendeğin asılışına ve topuklayışına hayıflanırken] Ne demezsin!
RRök- İspendek şimdi kayığın yanından geçti. O plastik yemle belki dedemi avlayabilir ama beni asla, dedi. [kıs kıs kıs]
Detlef- Bu köpeğin konuştuğunu görebiliyorsun değil mi?
Ben- Ne yazık ki!
Detlef- Ahmaksın.
RRök- Haklı...
Ben- [bıkkın] Al beni Poseidon, götür buralardan!
RRök- Godofili.
Detlef- Çok ayıp. [RRök’ün başını okşuyor, it herif buna hırlıyor] Seni anlıyorum sanırım. Schrödinger’in köpeği gibi üstad. Kutudan ne çıkacağı muamma. Ne diyorduk sahi biz?
Ben- Anlatıcılıktan bahsediyordun sanırım...
Detlef- Ah evet. Marx dede, kitle kültürünün giderek dünyevileşmekte olduğunu farketmişti. Kutsallık kayboluyordu. Bu tırsıtıcıydı. Modern insan denen “Kitlesel Şey”i dizginleyebilecek hiçbir şey kalmamıştı. Başyapıtının ilk cildinde Meta Fetişizmi adını verdiği gizemli olguyla hesaplaşırken; şeyler arasındaki ilişkinin özneler arasındaki ilişkiyi absorbe etmesine dikkat çekiyordu. Burjuvazi üretim ilişkilerine her katmanda hakim oluyordu. Salt hammadde piyasasını değil sanatsal üretimi de kontrol altında tutuyordu. Kültür denilen olgunun artık maddi dünyadan aşkın kutsiyet içeren bir yanı kalmamıştı. Kitle kültürü herşeyi emiyordu. Entellektüeller ya da sanatçılar tıpkı diğer modern profesyoneller gibi iş bulabildikleri oranda dolaşıma girebiliyorlardı. Tüm diğer metalar gibi metalaşan bu kişiler de piyasanın kurallarına tabiydiler ve ondan direkt olarak etkileniyorlardı. Kitle kültürü sermayeyi artıracak unsurları destekliyor diğerleriniyse marjinal olarak görüyor ve dışlıyordu. Bu nedenle talihsiz yeni profesyoneller üretimlerini parça parça satarak, pazarlayarak sermayedarın şemsiyesi altında debelenip duruyorlardı. Bu durum başka bir zorunluluğu tetikliyordu. Sürekli artması gereken sermayeye koşut olarak profesyoneller salt fiziksel emeklerini değil, düşlerini, kuramlarını da satmaya başlamışlardı. Sürecin sonundaysa ürettiklerine yabancılaşıyorlardı. Ürünlerinden kopmuş halde yaşıyorlardı. Kutsiyetini yitiren, Aura’dan yoksun ürün yine de üreten için bir ölçüde kıymetlidir. Kapitalizm geleneği toptan yoketmez. Sınırlı varoluşunu öngörür. Herşeyin kolayca ve hızla tüketildiği bu Aura ya da Kutsal yoksunluğunun orta yerinde profesyonel de ürününü pazara sunmadan önce son kez onunla yüzleşirken bunu farkeder. Ürün dolaşırken o çakılı kalır. Son Bakışta Aşk, işte bu buruk farkındalığın dışavurumudur. Sevilen nesneye son dikizdir bu. Şimdi artık temel sorun özgür kalabilmektir. Özgürlük için hem meta fetişi denen “şey” hem de dünyeviliğin kahredici kuşatması kırılmalıdır.
Ben- Ancak bu noktada Kutsal ya da Aura dediğin şeyin niteliği üzerinde durmak gerekiyor gibi geldi bana.
Detlef- Kuşkusuz! O aslında bir geleneğin entellektüel ya da profesyonel kişi tarafından deneyimlenmiş, yorumlanmış halidir. Bir bakıma tarihseldir. Dolayısıyla tarihseli yorumlamanın da pek çok değişkenle sağlanan bir niteliği vardır. Konumuza bağlantısı açısından kafadan belirteyim; bunlardan bence en kritiği anlatıcılık/aktarıcılık olgusudur. Deneyim biriktirmek, anı, düşler ve hayaller, bellek diğerleri olarak sıralanabilirler.
Ben- Anlatıcılık derken?
Detlef- Bildiğin hikayecilik, gezgin ozanlık vs. Düşünsene bunların artık hiç hükmü kalmasa da izlerini çevrende görebiliyorsun.
Ben- Yine de romanı tercih ederim.
Detlef- Kendini övüyorsun yine. Roman yalnızların, kopukların işidir. Hikaye anlatıcılarıysa mekanla ilişkileri bakımından kadim dönemlerde iki grupta toplanırlardı. Birisi tarımsal habitata dışarıdan gelip dışarıyı anlatanlar, diğeri de zaten habitatta yaşayan ve buraya dair hikayeler kurgulayanlar ya da dışarıyı düşleyenler. Bu noktada deneyimin aktarımına dikkat çekmek isterim. Başka bir kaynaktan edinilen ya da bizzat yaşanan deneyim dinleyicilere aktarılıyordu. Dinleyiciler de bununla özdeşleşerek yeni bir deneyim yaşıyorlardı. Anlıktı herşey. Biricik!
Ben- Kulaktan kulağa oyunu gibi... Elbette bu zaman içinde bir efsanevilik ya da yabancılaşma yaratacaktır.
Detlef- Hayır bu o değil. Gündelik söyleşiden bahsetmiyoruz. Kurgusal basit anlatılar daha ziyade. Masal gibi mesela ya da gevelemeden, sanat yahu!
Ben- Anlıyorum. Ama buna göre temelde basit deneyimlere dayalı olan ve kutsalı delen anlatılar zamanla kutsallaşıyorlar. Peki ya gözlem gücü, bellek kapasitesi, anlatım becerisi, bilgi?
Detlef- Brecht gibisin... Neyse, dışarıdan gelenler genelde denizcilerdi. Yerleşik olanlarsa çiftçi.
RRök- Hmmm. Kitle iletişiminin palaz olduğu dönemler. Masalların bu dönemde görece bir özgürleşme algısı yarattıkları su götürmez. Mitosların kuşatmasını deliyorlar. Ufuk açıyorlar. Sarsıyorlar.
Detlef- Hay ağzını öpeyim. Tam da bu!
Ben- Bence öpme. Sarmısaklı balık çorbası içti.
Detlef- Çağımızda teknolojik kopyalamayla üretim bandına aktarılan sanat eseri işte bu geleneksel süreci yitiriyor. Büyü yokoluyor. Yerine tüketim adı verilen gerçekliğin bükülmüş, kopyalanmış, ambalajlanmış, barkodlanmış biçimi yerleşiyor. Uçucu üstelik. Ele avuca sığmayan bir şey...
Ben- Senin döneminde de barkod var mıydı yahu?
RRök- O zamansız, ahmak!
Bu arada 300 gr’lık bir levrek yakaladım. Misinamı toplarken Detlef’in çekip gittiğini bu yüzden farkedemedim. Hep böyle yapıyor zaten. Denizin kadim kuytularından aniden çıkıp, lak lak edip ardından yine oralara bir yerlere süzülüyor. Onun nerede barındığını ilk zamanlar merak ederdim, artık etmez oldum. Avı kafi görüyoruz. Amacımız karnımızı doyurmak. Denizden fazlasını istersen o da senden fazlasını ister. Kayığı kara yosun sekisine çekip kıyıya çıkıyoruz. Kayaburun sahili boyunca Kule-be’ye yürüyoruz. Tulumba suyunda balıkları temizleyip tuzlamam gerek. Yıkık otel yerleşkesinde bir gaz lambasının titrek ışığını farkediyorum. Bu Aloysius...
RRök- Yemekten sonra gidip sazlıkların müziğini dinleyelim.
Ben- Hem kahveleri de beleşe getiririz. İrlanda gitarı da cabası.
RRök- Hav!
Ben- Hoşt!

Ahmet Menderes
Söke, Mart 2015

Kategori: