UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Denizci Şantileri-2

05 Nis 2015
AhmetMenderes

"Kayaburun"

-San’at ve edebiyat çevrelerinde yosun bağlamış bir yeri olan, kaşar polisiye-avantür yaz-g-ıcısı; “Eserinize asla tasvirle başlamayın, daha baştan batırıp sıvamayın” der. Bu cinfikir illüzyonist kişi, ünlem kullanmaya karşı da epey pimpiriklidir. Daha pek çok kuralını sıraladığı “Sakın Ha Moruk” yaz-g-ısını okumama rağmen pek de iplediğim söylenemez. Kaldı ki mevzuya bir tasvirle göbekleme dalıp bol bol da ünlem kullanmayı düşünüyorum! [Al bu birincisi]

Elbette aristokrat nostaljiler peşinde koşacak kadar seçkin bir yaz-g-ıcı değilim. O tumturaklı yaz-g-ıcılara da saygım sonsuz. Lafazanlıklarım genellikle sıradan delilikleri kurcalıyor. Dere boylarında kendiliğinden bitivermiş arapsaçı gibi o da seçkin insanların etiğinden [elbette varsa] nasibini almamış, diye umuyorum. Bazen insanların dünyasından başka yerlerde okunduğunu bile varsaymak olasıdır, diye düşünüyorum. Cüretimi bağışla ama bu uğraşın praxis boyutunu kendi bakışınızda sahiplenmiş olmanız, kurduğum bu yaz-g-ının kendince sefil evrenini pek de alakadar etmiyor. Kuram muram hak getire. Kahramanlarım ve ya tiplerim, herhangi bir tarihsel varlığın da hafsalasını aşacak derecede gelişigüzel çoğullaşmış şeyler. Yaz-g-ıcının kendisi bile bir metin mühendisinden ziyade, [olgunun formlar arası belirimi ekseninde] biçimsiz bir çamuru andırır oyuncu/anlatıcı-dan ötede değil. Sık sık yorumladığı yaz-g-ı bu yüzden aynı zamansızlıkta paylaştığı bir laneti de andırıyor. Yoğuruyor ve yoğruluyor. Şöyle ki;

[Oyunbaz köpecik başını sağa sola savurarak korsan gözbağını yere attı. Nefes nefese kalmıştı düzenbaz. Sekinin etrafında tozu dumana katıp bir iki tur daha attıktan sonra sinsice emaye tası kokladı. Moruksa ufku tarayan bakışlarını kısa aralıklarla köpeciğe çevirirken ustaca rol yapıyordu. Onun neşesini kendine pay çıkarmadan paylaşmayı daha çok seviyordu belli ki.

Layka denen köpecik sonunda durulup sekiye, moruğun hemen yanı başına oturdu.]

-Daha girişte bunca name yaparsan bu uğraş elinde patlar. Laf kalabalığını geç de konuya gel köpecik. Sahil için önerdiğim addan niye bu kadar pirelendin?
-Neden bu adı vereyim ki oraya? Yani illa senin uğursuz takıntılarını mı rehber edinmem gerek? Neşeye ne oldu? Mutumuzu kimler aşırdı?
-Kayaburun adı, k-in/rit-ik hikayelerde değinilen oldukça alengirli bir yere ait diye bilinir. Sürüngenlerin Jura devrini andırır ölçüde bol olduğu ve hantal bedenlerini sürürlerken yüksek perdeden tıslaya-durdukları benzersiz tırsıtıcılıkta bir habitat biçiminde aktarılır. Kayaburun’un bu dönemsel görüngüsü hakkında, epeyce karamsar bir bakış açısıyla yapılan söz konusu değerlendirmeler, seni o kadar da alakadar etmeyebilir tabiy. Herşeyin kendince tekinsiz, uğursuz görünen bir yanı vardır elbet. Ancak bunları, kendince devinen pek çok detayın bir araya gelerek oluşturduğu aşkın-yapı bağlamında görmeye başladığında –ki yaz-g-ıcılığın doğasında var bu; o uğursuzluğun ya da tekinsizliğin nereden kaynaklandığını da anlamaya başlarsın. Soyutlamalar kişiden kişiye değişse de Kayaburun’un rahatsız edici bu sezgisel görünümü, salt “İnsan-Kişi”ye bağımlı olmamalıdır. Kaldı ki bence senin Kayaburun algın, o hikayecilerinkinden apayrı bir boyutta, hatta boyutlar üstü bambaşka bir [çakaralmaz] durumda değerlendirilmeli, diye düşünüyorum.
[Yamaçtaki tuhaf mimariye sahip yıkık otel; yine harap kuleyi andıran eski su deposu; sazlardan ve kırmızı tuğlalardan devşirilmiş balıkçı kulübesi; yeterince uzun, altın rengi kumsala dikilmiş totem; daha önce ras-a-tlanmayan türden ham-demiri oldukça ilginç kıvrımlarla şekillendirerek oluşturulmuş tulumba; dibi görünmeyen, kusursuzca kesilmiş yığma taşlardan örülü kuyu; uçurumun kıyısından sökün ederek tulumbayı ve kuyuyu gölgeleyen keçiboynuzu [harnup] ağacı, kova dikenlerinin ayakları daladığı patikalar, böğürtlen çalılarının ve bodur makilerin arasından gayba süzülen giz-n-emli dehlizler, teker suretiyle Kızıl Kral ki bazıları ona güneş de der...]

-Ama morukçuğum bizim dikizimizi zonklatan sadece bunlar olsaydı anlatımız basit bir mekan tarifini pek de aşamayan bir şey olurdu. Akabinde tüm bu dokunun altında yatan sarı kemikler konusunda da hayli zırvalamayı planlıyorum. Yaşlı balıkçılar, tuhaf türdeşlerim, kafa karıştırıcı derecede ölü yaz-g-ıcılar, korsanlar, bölük pörçük zihinli ancak dünya güzeli kadınlar, başarısızlığa mahkum bir RRök grubu, bir ya da birkaç göçüp gitmiş bar rahatsızı ve elbette tüm bunların odağında ya da çevresinde [Shakespeare misali, sana nasıl gelirse] öylece zonklayan o [Spek-ü Latif] kızılca kıyamet Kaya var...
-Bizi de unutma!

-Ah tabiy ki... Herşeyin bir an önce anlatılmasına duyulan hevesle lafı fazlaca uzatmadan; tıpkı bazı anlatıların herkesçe bilinen ya da sezilen zamansız güvenliğine sığınır gibi biz de sinsice sahilimize sokulalım istiyorum.

-Bana kalırsa, aslında... Kanonik anlatıların birinde bir kadim çöle düşüp, özgün anlamından bambaşka düzleme geçen bir şey vardır ya... Tarihsel dehlizlerde kaybolan; ardından kendince sefil ve sürülmüş birileri tarafından bulunup yorumlanan, tapınılan, yontulan bir kültü andırdığı hep fısıldanır, bilirsin it gibi. İşte o kozmik-demir cevheri yüklü kara göktaşı gibi -artık biz de en başat konuya kilitlenip; yanarak-yakılarak korkunç bir hızla Kayaburun Sahili’ne çakılalım.

-Fiyakalı laftı, esin dolu... Seni memnun edecekse tamam. Varsın adı Kayaburun olsun.
-Eyw...
-Bunu Kaya ile de ilişkilendirebilirim.
-Cin gibisin.
-Şeytanın kıç bacağı olduğum da söylenir.
-Hiç şüphesiz!
-Yine de ilkelin sisli görünümlerinin insanı dürtükleyen anlatım olanaklarından ziyade kendimce çağcıl bir iç çekişi inşa etmek derdindeyim.
-Hmm, anlıyorum. Köpeksi bir tavır. Kayanın çevrende devinen varlığına kendi varoluşunca yaklaşmak elbette hakkın. Ancak bunu anlamayacaklardır. Empati onların en yoksun oldukları şey, biliyorsun.
-Oysa iç bakışlarında pek sempatiklerdir.
-Dev aynası...
-Yine de bunu fazlaca umursamıyorum. Sonunda bir tas çorbam, iyi bir dostum, bu deniz ve bu sahil var. Burada bu anlatıyı inşa etmeyeceğim de nerede edeceğim ki canına yandığım?

Moruk Dogopold köRR ve onun kadirşinas dostu Kozmonit Layka, Mavi İstavroz Yurdu’nu tam karşıdan gören Kara Yosun Sekisi’nde oturmuşlar; gündoğusundan sırtlarını sıvazlayan Kızıl Kral’ın o titreten ilk soluğunu tadıyorlardı. Sabahın o çiğ serinliğinde, sekinin üzerinde irili ufaklı kayaları andıran ikili, sırf bu görünüşleri nedeniyle dahi “Zamandışı”na düşmüş meczuplar sanılabilirdi. Moruğun elinde beyaz bir tas vardı. Belli ki Layka’nın levrek çorbası festivali az önce bitmişti; tastan yükselen balığın ruhuna bakılırsa, epeyce lezzetli olan geleneksel balıkçı imalatı çabucak yalapşap edilmişti. Koca dilini burnunda şaklataraktan hazzın yansılarını toparlayan yoluk kıvırcık tüylü köpek, sevgili dostuna derin bir saygı ve şevkatle soslandırılmış bakışlarını kilitledi. Şimdi moruğun her hareketini yaşlı bir kumpas gibi o yaralı milimetrik hassasiyetle takip ediyor; bir yandan kadim kayanın rayihalarını kara ve ıslak burnuyla yokluyor; bir yandan da onun o bilindik durgunluğuna kısa ıslıklarla ve mıykıltılarla eşlik ediyordu. Bir yaz-g-ıcı gözüyle bakacak olursanız; ancak bu ikisinin bilebileceği o kadim lisanda –ki çoklukla bu lisan meditasyonla karıştırılır- bir nehri andırarak usul usul akan sohbetleri az ötedeki yatık denize karışıyordu.

Bir moruğu, bir tası umutla yalanarak dikizlerken;

[Havuçlar pekala tadı katmanlandırıyor, davuşanmıyız ki biz moruk? Ne o öyle tatlımsı halleri? Kıyılmış maydonozlar da dişlerime yapışmasa iyi olurdu, tatları da pek kekremsi ya meretlerin. Sarmısak, sirke ve pirincin sıcak yumuşaklığı baştan çıkarıcıydı. Kokuyu ve dokuyu kastediyorum. Elbette levrek efendinin beyaz etinin nefaseti, o dişlenesiye beyaz altın... Ah bir de löpçük ki aman! Pek de cömert doğrarsın ya... Ohhh... Daha kılçıklar var lakin onlar akşama. Katır kutur omurga kemireceğim daha. Canına yandığımın lezzeti. İyi bir tokuşma gibi erteleyebildiğin kadar ertele. Hareketi minimize et. Zamanı tokatla. Misler gibi.]

diye düşündü İtoluit!

Moruk sırıtaraktan kalkıp tası denizde yıkadı. Şimdi Ganj nehrinin kıyısına çömelmiş de abdest alıyordu sanki. Kaşla göz arasında yine o dumanlı çubuğu ağzına iliştirivermişti. Layka onun bu tuhaf merakını anlayamıyordu. [korkutucuydu bu yahu] Beyaz çubuğun ucundaki korcan ateşten tüten dumanı soluyordu enayi dümbeleği. İşin komiği –belki de sırf bu yüzden- kön-kön de öksürüyordu moruk.

[Mıykındı mıyk?]
-Bugün hepsinden daha derin güzellikte bir gün umalım Layka...
[kön kön yine de kön]
[şimdi ciğerlerini bırakacak oracığa]
Adam tası silkeleyip tekrar sekiye oturdu. Köpek başını hemen kucağına koydu. Evrenden atılmışın kırış kırış
[ve tabiy denizcinin –Poseidon(1) tarafından damgalanmış]
elceğizi de parmaklarını sıcacık başın üzerinde sabırlı çiçekler gibi açıp kapadı.
Sıcaklık, diye düşündü Layka,
[güven?]
[iki canın bedenindeki ortak sıcaklık -damarlar boyunca yol alan kızıl fokurtu -nedir canı cana bağlayan? -düşünce kanar mı?]
diye iç geçirdi,
yaz-g-ıcı donunda,
başka bir İtoluit.

-Kaya’nın ortasında da fokurdayan kızıl akışkan bir öz var. Tasarımım böyle. Herşeye değinen ve onlardan gayrı, onlara dair devinen, zonklayan bir küre-msi taştan sözediyoruz. Yüzeyindeki yarıklardan kızıltılar yalazlanıyor, buna karşılık tüm yüzeyini kaplayan katmanlar onun belirgin, keskin bir şekle kavuşmasını engelliyor. Elbette onu satıhtan gören yaz-g-ıcı için dipte olan biten kaba kestirimlerden ibaret. Biçimsiz, akışkan ve körpe. Yaşamın ilk evrelerinde oksijenin kıt olduğunu biliyor muydun? Evet, yok denilecek kadar az. Kayda değer değil, hem de hiç... Ama bak satıh şimdi nasıl da mavi. Her bir zerrede iki hidrojene bağlanmış o yakarca-yıvışık şeyler bir yana, şu ciğerlerimizi şişire-duran azotlandırılmışı öte yana... Bir anlamda her yönden kayayı tiftikleyerek bıkmadan usanmadan didiniyor. Kaya da kaya ya... Havasından, suyundan soyunan kaya aslında öyle şekilsiz ki; Mavi’nin tonları altında –ki Yeşil’i de, Kızıl Kral’ın Sarı takviyesine sayıyorum ben- şişip büzülen, kırışan, çatlayan, tıslayan, patlayan, titreyen bu kaya; öyle eğri büğrü ki; tıpkı o tahta fırıldaklar gibi döne-duran bu şey, hareketle algılanan siluetinden bütünüyle başka, biçimsiz ve çirkin aslında. Su ve hava olmasa, evet, o büyük mavi giysi olmasa, bedeninin çıplaklığı ürkütücü. O halde, özün rengi ne mavi ne yeşil: Kara kızıl, yer yer toza kesmiş ölülerin rengi o ala-gri. [Ölümcül’ün alengiri] Fokurdayan öz, kilometrelerce derinlikteki çukurlardan, çatlaklardan çığlıklar atıyor, böğrünüyor. Volkanların biriktirdikleri cerahat akıllara zarar. Sık da midesi guruldar, rahatsız zaar... Ah o halini kimsecikler sevmez bunun! İnanmazsan sunakta kurban bıçağını bırakıp topuklayan Giritlilere, Santorini’nin kıyılarındaki kristalleşmiş kemiklere, yetmezse de Pompei’nin tuhaf derecede figüratif bazalt yontularına sor. Bereket ki su var. Ra-men(2)...

[Ölü eriştelerin kat kat kararıp yığıldığı o deniz sokuntusu kovuk; ham hayata bulanmış cıvıltıların ağarttığı cevahirin, göğsünden fırlayıp suya akıvereceği yerde bitiveren o düzayak kara yosunlu rahim-kabir; suya sinsice sokulan dev kayrak kayaların irimlerinde medüzlerin fısıltılarıyla uyuyan anaç levreğin döktüğü yaşamın ve nice yaşamların maya bakracı...

Başka tanımların da vardır elbet senin.

Ahtapot kovalayanların bıraktığı bira şişeleri poyraz müziğine başlarken ben bir cıgara tüttürüp ters yöne, sarı kayaların olduğu Kayaburun’a bakıyorum. Solumda davuşana benzer bir ada, karşımda sislerin arasına dalıp çıkan başka bir tanesi; içimde koskoca bir uzay...]
diye karşıladı;
-içindeki ve dışındaki kadim kayalardan haykıran;
-fosil sesli tahtabacak-tekgöz korsan.
[Ad Hominem(3) düpedüz bu yaptığın, benim vicdan saybısı çilekeş HOMİN-İT’im.]
[Zeus’un evinin doğudan yükselen silueti, Lethe’nin yerüstü kıvrımlarını birbirini kavraya-duran eller gibi yansılayan yaşlı nehir ve tüm bir tarihselin ufalan/kumlaş-arak sutrelendiği kıyılar. Bu yığıntılarda saklı gömüleri düşününce korsanın sık sık bu sahile uğraması -belki de sırf bu yüzden- doğaldır diye düşünüyorum.]

-Öyleyse bir kalem geçip tasvirimi, meşgalenin odağına dönelim, diye huzursuzlandı yaz-g-ıcı olan.
-Tüm nesnelerin ona yaklaşmalarını ve ondan uzaklaşmalarını tasarlamakla işe başlamalısın belki de, dedi bu kez moruk.
-Bunun için belli başlı ya da bir-örnek modellerden de yararlanabilirim aslında. Ama kimin umurunda! Şu sahildeki zengin malzemeye ve devinime baksana... Belki de bu işe hiç girişmemeliydim. Kaotik olandan bir anlatı devşirmek patilerinle kefal yakalamak gibi sanki. Pek zahmetli.
[Anın solgun ve ayak sürüyen fotoğrafı]
-Oysa ataların olan ayılar pek başarılıdır bu konuda.
-Pöh! O koca götler balık yakalar evet... Uyumaktan ve ağaç kerkmekten vakit kalırsa.
-Tembellik yine de baki demek ki? Hah hah haaa!

Köpek dilini şaklatıp başını kaldırdı. Davuşan Adası’na doğru yer yer kaya yığıntılarıyla bozulmuş büyük mavi suyun kıyı inşaatı şimdi biraz zayıf yürüyordu. Belli ki Poseidon’un ak köpüklü işçileri dinlencedeydiler. Sarıkayalar’ın hemen üzerinde çadır kurmuş kentli kadın henüz uyanmamıştı. Derbeder şezlonguna martılar sıçmıştı. Yine sinirle kalkıp martı taşlayacaktı, olgucu Hippi Chick(4).
[God gott god gott god]
Limanın ötesindeki uzun saçlı çocukların dünyayla bağları kopuktu. Belki içlerinden biri, başı elceğizlerinin arasında kara saçları boyunca, uzun uzun oturup düşünüyordu. Tulumbanın kıyısına damlıyordu sayıltıları. Usulca oradan denize karışıyordu. Tatlı suyun tuzlu suya sızması gibi. Evrene düşleri karışıyordu.
[Rın-nın nıııın-da-rın-nın nıııın]
Yarı yıkık su deposu; fantazyaların habercisi, göçmüş şairlerin o erişilmez Kara Kule’si... Sakini de sakindi hani!
[Onun da tulumba kıyısına çökmüş kalmışı yansılarcasına ellerinin arasında başı. Çayır kenarında düşünür, huzursuz, tek gözü açık vaziyette, şatonun korsan efendisi, kaya gibi kusur/mut-suz... İşgal edildik. İşgal edilmiş ikizleriz biz ey Aloysius(5)]
Yıkık otel ise; kadim san’atın ve yaz-g-ının ektoplazmik varlıklarını kısa süre için de olsa ağırlayacak biyolojik atık kokan bir şato. Her yerde Lycan(6) sıçkısı.
Ve Kule-be! Şeytan yuvası! Şer odağı... Bir bar, bir totemik yerleşke, bir kabir, bir gizemli gömü, bir belalı haritada kara pentagram, adımlar ve yine adımlar, daha ziyade tozuyan bir tekillik ki akıllara zarar...
[Kayaburun Sahili’nde dolanır dururlar.
Takırdayan kemikler.
Biri -ki hakikaten kuru kemçik,
gölgesi belalı, ayak izleri pis.
Biriyse karanlık yüzünün ardında,
sayısız yaşamın nihayetini gizliyor.
Ben diyeyim bunlar buraya hapis,
siz deyin Ben Gunn & Jim Hawkins(7)
]

Moruk bu kez köpeğin kıvırcık tüylerini kurcalarken gülümsüyordu.
[kırmızı fularını düzeltti, minik korsanın]

-Ne olacaktı ya? Elbette sen bir kozmos köpeğisin. Görüşün bizden çok çok aşkın senin. Yaşamın oyunsal yanına dairsin. Yaratıcılığın somut bir tanrısallığa dayanıyor belki de... Bu koca kayayı bütünsel olarak izledin sen.
-Mavi ve beyaz, dedi Layka. Boncuk gibi! Göz o... hep açık ve belki de bu yüzden şıpır şıpır içine doğru damlaya-duran bir bakış. Lakin kadim lakırdılardan birisi der ki; Vulpes pilum mutat, non mores(Cool
-Alamet-i farikası ceddinin... En azından bir kolunun... Mutlaka sokuşturmuşsundur kurmacana bir dehlizden, ah seni gidi şoven! Oysa kaya; ne alengirli malzemeler barındırır heveslisine. Suyun altına gizlenen taş, taşın altına gizlenen kor, korun altına gizlenen kızılca kıyamet o fokurtu, yaşam ve ölüm döngüsü. Yükseldikçe devinen, devindikçe dönüşen ve düşen, yeniden inatla yükselen. Sonsuz yolun karanlığında döne yakıla. Biçim ve özün uslanmaz dansı... Kadim lakırdı demişken yeri geldi; şuncağızı da anımsayıver artık bir zahmet; Ad vitam æternam(9)
-Kuşkusuz bir yerde yitmiş gibi yapıp başka bir yerde devam edendir O. Kendince çoğul. Yapayalnız bir fırıldak diye bellenir hep; hal-bu –ki ben de bunlara dahildim uzunca bir süre- evet, pek çok ahmak böyle görür O’nu: Kendi ellerine benzer, daha yüce sayıla-gelmiş bir elden fırlatılan işlevsel oyuncak gibi...
[Fırlatıldıktan sonra boğaza dolanan ipe de iman derler ya?]
Bu O’nu kendi özünden bağımsız kılıyor s-özde. O’nu dışındaki ulaşılmaza, kavranmaza eklemlendiriyor guya. Ama kurtuluş yok! İçimizin dışımızdan pek az farkı var morukçuğum. Kabuklar kanın sadece pıhtılaştığına delalet. Kimi kandırıyoruz ki? Tanrılarımızı mı? Al sana şiyir moruk, bu papirüs dil ve bu da kalem kuyruk...
[Mıykıni Mıykıdi Mıykıci ve de Pat Pat]

[Dipsiz karanlıkta bir mavi boncuk
Üzerinde oturuyoruz
Hastalığından ötürü keyifsiz
Onu hasta eden de muhtemelen
Bizleriz
Dolanıp dururken
Anasının sarı eteklerinde
Soruyor bana
En çok hangi rengi seviyorsun
Mavi diyorum hemen
Yüzlerimizde yara gibi bir tebessüm
Yeniden dipsizliğe dalıyoruz
Dipsiz karanlıkta mavi boncuk
Ve biz
Dönüp duruyoruz
]

-Böyle deme... Biliyorsun anaerkili tokatlayalı hayli oldu. Bak Kızıl Kral bozulup bulutları çağırır sonra. Akşama kadar Kule-be’nin saçağından çıkamazsın. Hem sen etrafında ölümsüz halesiyle dolanan bir ittin hani! Uzun soluklu anlatılara pek bulaşmazdın ya! Hep, kalabalıklara karışan o buruk yaz-g-ıcıdan dem vururdun. Aylaklığıyla dikizini bileyen, dikiziyle yaz-g-ısını gönençlendiren, biz sefillere unutmaya meyilli olduğumuz kadim çağın anlatılarını hevesle fısıldayan itoluit bir yaz-g-ıcı değil miydin sen bakayım???
-Ah! Karanlıklar Prensi’nin(10) tuhaf lirizmi ve göçebe filozofun hayaleti polimi! Dürtme beni ihtiyar! Kentlerde bok mu var??? İnsanlara dair bir yaz-g-ı beni derinden üzüyor... Ama o odun sobasının çatırtılarına bayılıyorum, hele o koca kökler nasıl da bağrınırlar! İçli içli yanarlarken, özlerini tüketip k-öze karışırlarken attıkları coşkulu kızıl çığlıklar!
-Küller küllere!
-Öz k-öze!
-Kök köke ya da Laykacığım! Kök köke!
-Bana mırıldanılan kitaplardan parçalar da sokuşturdum yaz-g-ıma. Ama elbet bir sıra ya da plan gözetmedim. Köpek aklı sizinki gibi planlı programlı -yahu kimi kandırıyorum; sizinki gibi kendine tutsak değil. Bu yüzden arada kusurlarımı yakalarsan ukalalık taslama moruk. Bak darılırım ha! O kadar çok izlenim biriktirdim ki apışırsın. Tahmin edersin, az konuşan çok düşünür. Hiç konuşmayansa bükülmüş bir tanrıdır. İçe bükük olanın üretkenliği bu. Sizlerin çoktan unuttuğu bir şey. Yansılama dönemlerinde ortaklaşa kotardığımız o törensel eylem. Aydınlanış belki...
-Neden bu yaz-g-ı işini bu kadar ciddiye alıyorsun ki?
[sorduğuma soracağıma da pişman ediyorsun ya sefil aklımı]
-Sanırım kumsalı eşelerken bulduğun koca sarı kemiğe benziyor da ondan. Diyorum ki bu kemiğin taşıdığı bir beden vardı. Et ve kan... ve can! O bedenin türevleri vardı. O bedenin bir gerekliliği, bir işlevi vardı. Bu kayayı ilgilendiren bir şey... Ama onu da aşıp kendince bir yaz-g-ıyı yaratan da bir şey. Ucu bana kadar uzanan bir şey. Bunları düşünüp kemiği kemirmeyi bırakıyorum ve ona hemen daha derin, öze daha yakın bir gömüt kuruyorum. Söylesene moruk, bu yaz-g-ı değildir de nedir? Bir köpek dostuna bir yaz-g-ı kuracaksa
[yani bir it, bir primatla, bir yaz-g-ıyı paylaşacaksa]
daha başka nasıl bir sebep dilenir? Kutsalımızın varoluşsal kısıtları... Ancak yaz-g-ıların gelişigüzel yayıldıklarını ve zaman denen bağlamdan koptuklarını düşün. Öyle ki, havaya savruluyorlar. Kimi suya dalıyor. Kimi toprağa... Katıları, sıvıları ve gazları birbirine dönüştürmek eylemini delip geçerek, bu şeyin, hepsinin karşısına oturduğunu düşün... Yo hayır... Yere uzansın, odun sobası çatırdarken tıpkı BeetHOWLen(11) gibi yerde tüm bu ilişkiden sızan kayıp kutsiyeti duyum-yudum-duyum-yudum dikizlesin. Ah esin! BeetHOWLen’in portakal ve mandalina –ve elma ki pek sevmem- kabukları arasında yerde upuzun, kucağındaki portatif orgla, kütük gibi sağır düşlere daldığını hatırlasana... Hatırla koca sağırı. Yanmak isteyen kütüktü ya o; şimdi bu ahmak yığınlar onun dokuzuncusunu sıçarcasına kopyalayıp, alıp-satıp, tüketirken o sağırın ne yaptığını hatırla. Ah uzak yeşil tepelerden aya karşı bir başına uluyan san’at. Kutsal san’at. Aziz BeetHOWLen... Kopya! Kopya! Kopya! Bana özü ver. Yaz-g-ıya direnen, onu bu hamurdan karan ve badelere bulayarak pır pır kanatçıklar takan özü diyorum... Esrik ruhum, ah meleksi eksik ruhum.
-San’atı kendinden aşkın düşünme eğilimiyle kendini kendinden aşkın düşünme eğiliminin çatıştığı kritik bir eşiktesin. Sphaere(12) ister istemez siyasal niteliğe bürünür. Unutma ki, Promese de Bonheur(13) umudu; gittikçe olumlayıcı bir başka alıcı kuş, bir tuhaf “Kartal” niteliği kazanan çevremizdeki bu çağıltı tarafından gagalanıp duruyor. Hay Prometheus’un arnavut ciğeri!
-Bin Lebowski(14) aşkına ki hatırlıyorum; bir kayaya bağlanmıştı o, tanrıların çürüyesice zincirleriyle.
[Oysa zincirleri, ateş ve demirin ustaları dövmüşler ve menzilsiz merakta tavlamışlardır!]
Daha acısı, tanrıydı yarım-kan, kendileri... Neyse morukçuğum, hadi neyse... Uzun lafın kısası; benim öyküm yine bir itin ağzından başladı işte. Elbette senin saçma-siyasa değinilerini gözeterek... Ve zamanın –zamansızca- sinsi kuytusuna çekileceği oynak perdemiz böyle açılıyor! Katman katman yayılarak ve yeniden bedeninde toplanarak; dalgalar gibi... dalgalar gibi... Dipten konuşuyoruz biz de, o enerjinin yoğuşuk ve farkedilemez olduğu rahimden, sabırla vaazlıyoruz kumsalı. Bu koca mavinin kıyısında başka ne yapılabilir ki, sorarım?!
-Ama hevesli dostum, kahvaltımızın bana dair bir yanı da var, anımsatırım. Yine de bir tas daha çorba koyarım, elbet önüne. Bol levrek parçalı, havuçlu, pirinçli, maydonozu kafi derecede ve elbet sarmısakla sirke, neticede... Bense sakatat kemirmek niyetindeydim ama, [-bu noktada homurdanarak kendime dedim;] -hayır kurutulmuş balık bedeni! Belki sabahın köründe bir yaprak Lakerda(15)... Torpil gibi dolanırken bulanık mavide, sabahın alacasında, tam da böyle bir anda, tüylü bir sırtıya tutulmuş uskumrudan kal-an-ıtsal bir tat. Aman dikkat! Nazik olmalıdır, uskumru efendinin ölümcül aşk-naaş-ının kıyılışı! Elimizde buncağız var! Aman pek hassas! Dikkat etmek gerek, çetrefil iştir lakerda dilimlemek! İncecik kuru doku-katman-ların arasında
[tıpkı coğrafya öğretmeninin, yer yuvarını katman katman detaylandırarak anlatışı gibi]
denizci bıçağıyla kayarken
[evet, artık kurumuş o kayıp can yollarının arasında]
gözün kayıverir zamanın hain ve karanlık bir kuytusuna -ya da zeytinyağı şişesinin mantarına...
[belki binlerce sarı kemik gömülü bir kadim çağlar gömütüne TIPA! TIKA! TIPA! TIKA!]
Amanın! Elbet sosu da unutulmamalı. Kıvamı bala benzer. Portakallı, zeytinyağlı, karabiberli... Bilirsin tuzu kendinden menkul. Ah, denizin tuzu ki hayli magnezyuma bandırılmış, yükünce yosun ruhu donanmış mukaddes sodyum klorür. Ete tat veren tuzdur. İnsan etini bile yemek gerekirse bilinmeli ki terliyse makbuldur. Kaygan ve dumanlı et. Filhakika Pescatarian’ız(16) biz. O da ne, deme sakın. Yanında da kıyıdan köklenmiş taze deniz börülcesi. Kartalozları yolunmuş, boğumları ışıl ışıl bir yeşil. Soba da iyi haşlar ya... Pelte değil ama diri yumuşaklık, kulak memesi kıvamında. Çıtır çıtır ve sulu, kıvranırlar dişlerinin kuytusunda.
[Koca bir dil daha yapıştırır “Şırrrraaak” diye burnuna Laykacık]
-Sen ne özentisin! Cinsel haritasını çıkarıverdin bir çırpıda, akcan et kemirmenin!

Gürültüyle güldüler, eski azmağın önündeki kumsal boyunca Kule-be’ye doğru ilerlediler. Moruğun elindeki çorba tasına rüzgar arada başını sokup tuhaf şarkılar mırıldanıyordu. Layka kah önde kah arkada, anlatacağı hikayenin coşkusuna bürünmüş, hoplayıp zıplıyordu. İçinde havlaşan binlerce köpecik arasından birini seçmeliydi aslında. Kaldı ki o RRök’ü seçti.
[Neden böyle yaptığını biz de merak ediyoruz]
Kuşkusuz, yaz-g-ılarını bağlamlarından koparıp bir bedene yamayacaktı. Yine de gördüğü kutsal tablo minik kalbini hoplatmaya yetiyordu işte... Yaz-g-ıcıların çoktan göçüp gittiği bir çağda fosilleşmiş heyecan yumağını andırıyordu Layka.

Öte yandan, Sarıkayalar’ın üzerindeki çadırdan kadın başını çıkarmıştı. Kızıl Kral’ı selamlayan martılar ve uçsuz bucaksız mavi su, onun bakışınca sevişmeye başlamıştı. Bu yüzden çıkıp doğaya doğru gerindi.
[Om mani padme hum(17)]
Surya Namaskar(18) için totemin tam önünde eğildi kadın. Bir insan boyuncaydı totem. Ya da bir insanın tarihsel ömrü boyunca damar damar mukadderatıyla kıpırtısız bir ağaç naaşı deyelim. Tuhaf kabartılar, desenler, yazılar tüm yüzeyini kaplamıştı. Artık neredeyse kapkara olmuş totemin yukarılarında, sanki tüm kadınların kutsal kutusunu yansılayan o genital muhafazanın içinde kara bir taş vardı. Kadın sutrası boyunca mırıldandı;

[Göğün taşı, göğün kayası! Kutsal demir! Brahma, Abraham ve İbraham aşkına! Bunca suyun kıyısında Hagar oldum! İşte orada kuyu! İşte orada ada! İşte orada kum! Gökten yağan kutsal demir! Tanrının kılıçlarına can veren delikli demir! Brahma, Abraham ve İbraham aşkına! On üç evin bekleyenleri ve ateş aşkına! Bacaklarımın arasında ve o muhafazada yanan mukaddes kara kaya aşkına! Demiri dağlayan ateş! Ateşi harlayan tutku aşkına! Göğün taşı, göğün kayası! Kutsal demir! Brahma, Abraham ve İbraham aşkına! Bunca suyun kıyısında, bu kızılca kayanın yüz yuvarında yana yakıla heder oldum! Dolana dolana Hagar oldum! İşte bu ilk öp’çüğümdür ki seni anan gibi! İşte bu ikincisidir ki yarin gibi! Kutsal Kaya! Sığındım gölgesi altına bu al kayanın! Ne aklımda akşamki uzun bacaklı gölgem, ne ruhumda sabahki arşın ayaklı gölgem! Toz oldum ben şimdi sana bir avuç! Kutsal beyaz toz! Ufala beni! Unutmak için ufala! Korkmayacağım senden! Ne gösterirsen göster, felekten yana! Kutsal demir! Kutsal kaya!]

deyip kendini yere fırlattı.

Güneye doğru iki kez kayanın tenini öptü. Bir mızrak boyu kadar kısa ibadet nihayete erince sağ omzunun ötesinde uzaklaşan iki karaltıyı farketmedi bile. Sahilin başıbozuk itleri sanki bütünüyle başka bir bağlamdı onun için. Sol omzunca bir ada... Belki üzerinde koca bir ayak izi... [Davuşan mı insan mı muğlak] Ama bakar kördü gözleri. Ayak izinin altına gömülmüş bir dev iskeletten kalan tek kemik... Küfürbaz, hayırsız bir iye kemiği için bir kez daha üzüldü... “Faydasız”, dedi kadın. “Faydasız omza ileri marş!”... Sonra çadırına girip mavi defterini açtı, “Fabula Tasa” adını verdiği ve asla kimsenin varlığından haberdar olmayacağı gizli metnini yazmaya koyuldu. Pek çoğumuz için komik ve zırva denilebilecek şeylerdi karaladıkları. [Ördeğin Virginia Woolf görse aynen böyle derdi] Tıpkı yaşam gibi... Kadın belki bir hipster, belki bir flaneur kıvamındaydı ancak, yaz-g-ıcıydı da!
[Belki de bir yaz-g-ıcıyı anlamaya çabalıyordu da biz ahmaktık, kimbilir?]
Her ne olursa olsun, derbeder şezlongunun martı boklarıyla sıvandığını farketmiş, ancak tepkisini ertelemişti. Yakası açılmadık küfürleri ve saygısızlığa karşı duyduğu öfkeyi belki dışına değil ama bir sayfa boyunca şevkle kalem oynatarak bizim üzerimize boca ediverdi... [sinsiliğimizin bedeli ya da rontabl hüsran]
[Böyle dedi yaz-g-ıcı]

-Kadın, yaşam ve ölüm tavrını ayırıyor... Onu bir barın arkasında bira köpüğünü sıyırırken de görmek isterim. Cast(19) şekilleniyor, pireleniyorum moruk, diyerek... son lafı yine Layka çaktı... 44 dişiyle sırtararak... bizlere epeyce uzaktan...

Destekçe/Köstekçe

(1) Havalinin sularına, o suların barındırdığı cümle nebatata ve hayvanata kadim güçleriyle hükmettiğine dair [otoriter] söylentiler var. Keza kendisinin pek ortalarda görünmediğini savlayıp tanrılaştırılması gerektiğini düşünen [imancıl] dimağlar da var. Lakin Poseidon tüm bu lakırdılar bir yana; etiyle, kanıyla, soluğuyla, fiiliyatıyla o sahilde ve hemen her sahilde dikizlenebilir. Üçlü çatalıyla, beyaz sakalıyla, adeleli bedeniyle tasvir edilse de; onun neye benzediğini gerçek anlamda görebilmek için sahilin bileşenlerinin halet-i ruhiyesinin epey oynak görüngülerine bakmak yeğdir. Fakat bu durumda bile anlık dikizler yanıltıcı olabilir. Yüzeysel işlere meraklı okur için Didim’de Altınkum’un hemen önünde dikili yontusu nal gibi ortalıkta olsa da, bulunmazdır. [ya da yaz-g-ıcıya öyle gelmektedir]
(2) Uçan Spagetti Canavarı Kültü’nde yüce USC’ye minnet bildirir kutsi kelime. [Ayrıca dikiziniz; Pastafaryanizm]
(3) Bir argümana cevap verirken argümanı eleştirmekten ziyade argümanı yapan kişiye saldırmak, anlamında Latince deyiş.
(4) Hippi Piliç anlamında bir yakıştırma.
(5) James Joyce’un orta adlarından biri. Al-oo-ISH-us olarak seslenebilir. Orijini Kadim-Almanca’ya uzanıyor. Bu dilde, “Meşhur/Namlı Savaşçı” anlamına gelen bir genç erkek ismi. Latincede “Luigi” ya da “Louis” olarak kullanılsa da “Clovis” ve “Ludwig” olarak geçtiği de vakidir. Aynı zamanda Ortaçağ İtalyası’nda oldukça yaygın kullanımı olup, 16. Yüzyıldaki öğrencilerin hamisi Aziz Aloysius’tan esinlenilmiş olduğu da düşünülebilir. Keza Fransa’nın 16 adet kralı da aynı adı taşır. [Louis] Aloysius’un 14 ayrı eril varyantı vardır; Ahlois, Aloess, Alois, Aloisio, Aloisius, Aloisis, Aloj, Alojzy, Aloys, Lewis, Louis, Ludwick, Ludwig ve Lutwick. Daha fazla kurcalamak isteyen zat-ı muhterem, Aloiki ve Elois isimlerine de bir el atabilir. Aloysius isminin tek feminen kullanımı ise Aloisia’dır.
(6) Kurtadam anlamına gelmeyen ama bu dokudan türetilmiş fantastik başkaca bir tür. Lycanthrope olarak genel bir ada kavuştuğu da söylenebilir. [Yaz-g-ıcı her ne kadar fantastik mevzulara düşkün bir tip olarak bilinse de Lycan’ı metinde davranışsal açıdan ele alıyor. Kurtların sürü halindeyken esrik ve kaygısız bazı banal davranışlarının insan denen götleğe yansımaları babında zırvalamak asıl niyet gibi anlaşılmalı.]
(7) Robert Louis Stevenson’un Define Adası’nda geçen iki tip. Ben Gunn; adaya terk edilmiş kıdemli korsandır. Zaman içinde yalnızlık onu anti-sosyalleştirmiştir. Yabanileşmiştir. Toplum için paha biçilmez hazinenin onun açısından hiçbir değeri yoktur. Jim Hawkins; Anlatının odağındaki gencin adıdır. Ben Gunn’ın aksine Hawkins’in sosyalleşme güdüsü güçlüdür ve defineye de gözlenebilen bir merakı vardır. Ötesinde yolculuğunun yegane sebebi feodal bağlarıdır. [Başka bir çakaralmaz durumsa Robert abinin orta adıdır. [Yine Louis] Keza Jim, James’in kısaltılmış halidir. Ben ise muhtemelen Benjamin’in kısaltılmış halidir. Bu böyle uzar gider, burada keselim iyisi mi...]
(8) “Tilkiler derilerini değiştirirler, huylarını değil” anlamında Latince deyiş. Gerçekten de tilki efendi belirli dönemlerde tüylerini dökerek bambaşka kılıklara bürünebilir. Sima farklılaşsa da tilkinin huyundan vazgeçmeyişi insan denen denyo-maki [bodur-ahmak] varlık açısından pek geçerli olmasa gerek... Zira insanın, türlü kılıklarda başka bir insan olunacağına dair ahmakçasına sarsılmaz bir inancı vardır. [Ayrıca dikiziniz: “Ye kürküm ye” meseli, Hace Nasreddin]
(9) “Sonsuz bir hayat adına” anlamında Latince deyiş.
(10) Baudelaire kastediliyor. [Şeytan da olabilir]
(11) Beethoven’in İtoluit lisanında muhtemel bir kullanımı. HOWL vurgusu, kelimenin İngiliz lisanındaki “Uluma” anlamına bir gönderme. Aynı zamanda HOWL Allen Ginsberg’in anıtsal yontusu olarak da bilinen bir metindir. Daha ilginci HOWL’ın “Havl” olarak okunuşu Türkçe lisanındaki “Havlamak” sözcüğüne benzeşimi pek güzeldir. İtoluit kısmının milliyeti yoktur. [En azından yaz-g-ıcı bunları düşünüyor olabilir]
(12) Estetik alan. [Ayrıca dikiziniz: Frankfurt Okulu]
(13) Yeni ve başka bir yaşama duyulan umut. [Ayrıca dikiziniz: Frankfurt Okulu ve Stendhal]
(14) Jeffrey Lebowski, nam-ı diğer “Dude” [Ahbap ya da Moruk] 90’lı yılların Big Lebowski adlı kült filminin odaklandığı, bazılarımız için epeyce tanıdık bir tip.
(15) Uzunca süreler saklanıp sonradan tüketilmesi düşünülerek, balık eti üzerinde gerçekleştirilen otantik bir balıkçı eyleminin adı. Yaygın olarak Torik eti kullanılsa da bu balık pek sık bulunmadığından türevi balıklardan ya da bazı özel yağlı balıklardan faydalanılır. Özellikle Ege’de Uskumru Lakerdası pek yaygındır. Balığın iç organları çıkartılarak yavaş akan suda temizlendikten sonra kuyruk kısmı kuyruk başlangıcından 3-5 cm. içeriden, baş tarafı da yüzgeçlerin hizasından kesilerek ayrılır. Kalan gövde, takoz tabir edilen 7-8 cm. kalınlıkta dilimler halinde oldukça keskin bir bıçakla kesilir. İnce bir kova dikeni ya da misina yardımıyla omuriliği ve kan pıhtıları tamamen temizlenir. Temizlenmiş takozlar taze deniz suyuyla yıkanır ve 1 saat bekletilerek kalan kalıntıların da süzülmesi sağlanır. Lakerda geleneksel olarak tahta fıçılara kurulur. [Tahta fıçın yoksa üreteceksin arkadaş. Yok öyle teneke plastik falan.] Lakerda kurarken kullanılacak tuz mutlaka deniz kıyısından elde edilen doğal kaya tuzudur. [Sofra tuzu olmaz.] Kabın dibine 1-2 cm. kalınlıkta tuz döküldükten sonra takozlar kesik yüzeyleri tuza gelecek şekilde sıkıca ancak birbirlerine değmeden istiflenir. Sıranın üzerine defne yaprakları ve balıkları örtecek kadar tuz konulup yeni bir sıra döşenir. Bu şekilde kap doldurulup en üst katın da üstü tuzla örtüldükten sonra üstünü kapatacak büyüklükte bir tahta [meşe] ve tahtanın da üzerine kayrak deniz taşından bir ağırlık konur ve kabın ağzı temiz bir bezle [sevgili yazması tercihtir] bağlanarak kapatılır. Serin bir yerde [genellikle gölge yerlerde] 1-1,5 ay beklediğinde yenecek duruma gelir. Bu süre içinde balık eti, su ve yağ salar. Üstte biriken yağ tahta kaşıkla alınır. Lakerda daha çok salata ve rakı mezesi olarak yenir. Yenecek miktar kadarı saklandığı kaptan çıkarılarak 4-5 saat temiz tatlı suda bekletilerek tuzunu salması sağlanır. İsteğe bağlı olarak kısa bir süre sirkede de tutulabilir. Ancak etin yine de tuzlu olacağını, sirkenin de kendine has o kokuyu çalacağını bilmekte fayda vardır. Ardından keskin bir fileto bıçağıyla derisi soyulur, dikkatle mümkün olduğunca ince dilimlenir ve ahşap servis tabağına alınır. Üzerine zeytinyağı, karabiber, portakal suyu, limon suyu ve çok az havanlanmış deniz tuzu karışımı bal kıvamındaki sos gezdirilir. Yanında halka dilimlenmiş kırmızı soğanla yoksa rokayla servis edilir.
(16) Balık haricinde et tüketmeyen kişilere verilen ad.
(17) OM MANI PADME HUM bir mantradır, ancak mantra ile birlikte altı heceden oluşan anlamını zihinde canlandırarak tekrarlamak büyük önem taşır. İlk hece OM üç harfin birleşimidir; A,U,M. Bu hem saf olmayan : beden [body], ifade [speech], ve zihin [mind]'i aynı zamanda da saf olan Buddha bedeni, ifadesi ve zihini'ni temsil eder. Saf olmayan; beden, ifade ve zihin saf olan; beden, ifade ve zihin'e dönüştürülebilirmi yoksa bunlar tümüyle ayrımıdır? Geçmişteki tüm Buddha'lar bizim gibi yaşayan varlıklardı ve yolda aydınlanıp özgürleştiler. Budizm başlangıçtan beri tüm iyi karakterleri barındıran, hatasız, saf bir varlığı öne sürmez. Saf beden, ifade ve zihin'in geliştirilmesi, basamak basamak saf olmayanın bırakılması ve dönüştürülmesi ile olur. Peki bu nasıl oluyor? Yol, mantra da OM'u takip eden 4 hecede gizlidir. MANI mücevher anlamına gelir, metodun faktörlerini sembolize eder; Özverili bir yaklaşımla aydınlanmayı amaçlamak, sevgi ve şevkat. Fakirliği ortadan kaldırabilecek değerli bir mücevher gibi, aydınlanmayı amaçlayan özverili zihinde; fakirliği, zorlukları, yenidendoğum çarkını [cyclic existence] ve yanlızlığı ortadan kaldırabilir. Duyarlı varlıkların fiziksel isteklerini yerine getirebilecek değerli bir mücevher gibi aydınlanmayı amaçlayan özverili zihin de duyarlı varlıkların dileklerini yerine getirebilir. Sonraki iki hece, PADME lotus çiçeği anlamına gelir, bilgeliği sembolize eder. Bilgelik [farkındalık], çamurda yetişen fakat çamurun hatalarıyla lekelenmeyen bir Lotus gibidir. Süreksizliği kavrayan bilgelik vardır, nesnelerin bağıntılı varoluşunu , birbirinden bağımsız bir varoluşun olmadığını, ikiliğin, zıtlığın boşluğunu kavrayan bilgelik vardır. Birçok çeşitli bilgeliğin içerisinde ana bilgelik boşluğun kavranmasıdır [realising of emptiness]. Saflık, metod [yol] ve bilgeliğin ayrılmaz birliği ile elde edilebilir, bu da son hece olan HUM ile sembolize edilir, bölünemezlik, tam birlik. Sutra sistemine göre metod ve bilgeliğin bölünmezliği, metodun bilgeliği, bilgeliğin metodu etkilemesiyle işaret edilir. Mantrada yada Vajrayana yolunda bu, metod ve bilgeliğin ayrılamaz bir tam formda olduğu bir bilince işaret eder. Akshobhya'nın [bir Buda zihni] kök hecesi terimleriyle : Hareketsiz [the immovable], dalgalanmayan [the unfluctuating], ve hiçbirşey tarafından rahatsız edilemeyendir. Böylece altı heceli mantra, OM MA-NI PAD-ME HUM ; Saf olmayan beden, ifade ve zihninizi, yolda uygulama ile saf olan Buddha bedeni, ifadesi ve zihnine dönüştürebilirsiniz anlamına gelir. Buddhalığı dışarda aramayın, Buddhalığa ulaşmak için gerekli olanlar içinizdedir denir. Maitreya'nın "büyük aracın yüce uzay-zaman sürekliliği [Uttaratantra]"nde dediği gibi ; tüm varlıkların kendi iç uzay-zaman sürekliliğinde doğal olarak Buddha Doğası bulunur. İçimizde varolan saf olanın tohumu, Buddhalığa dönüştürülüp geliştirilebilirdir.
[Dalai Lama’dan alıntıdır]
(18) Güneşi selamlamak anlamına gelen bir yoga şekli. Brahman’ın sabah etkinliği de denilir. İlginç derecede müslümanın sabah namazını andırır.
(19) Oyuncu listesi. Oyuncu kadrosu. [Gösterim sanatı]

Not: Kayaburun, Denizci Şantileri'nin ya da Sürmekte Olan Yapı'ya dair kadim şarkıların yankılandığı karanlık boşluklardan biridir. Ömür el verirse yapı yükseldikçe uğursuz şarkıların da daha işitilir dokusunu aktarmak mümkün olacaktır sanıyorum.

Kategori: