UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Değirmen

08 Şub 2010
abdullah şahin

"Değirmen",
Sabahattin Ali, 1935
Değirmen,
YKY,
2009: 13-23.
Kaynak: Değirmen

Öykü forumdan kaldırılmıştır. Bkz.: Forum İşleyişi

Kategori:

Re: Değirmen

Öykü, dönem ve özellik olarak S.Ali'nin ilk dönem öykülerinden. Diğer öykülerini okudukça, zamanla bu ayrımı anlamak zor olmuyor.Buna sözcük seçimini de ekleyebiliriz.

""
/.../ bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır.

""
Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi mazeretler tedarik etmiştir.

Sonraki öykülerde günümüzde bile eşine az rastlanır bir titizlikle seçilmiş sözcüklere rastlayacağız.

Öykü ve öykünün anlatımı başarılı buluyorum. Olayın anlatımının "kıssa"lardaki gibi üçüncü kişinin ağzından yapılması beni rahatsız etmedi. Öykünün yazıldığı döneme baktım, neler yazılmış diye*. Milli Edebiyat döneminin bittiği, cumhuriyet dönemi eserlerinin başladığı dönemdi ve aklıma R.Nuri geldi. "Leyla ve Mecnun"u, "Yeşil Gece"yi yazmış. Refik Halit'in "Memleket Hikayeleri" yayımlanalı 10 yıl olmuş. Sinekli Bakkal'ın yazılmasına ise 17 yıl var.

Öyküye dönelim; "Adaşım" hitabıyla "Çergibaşı"nın anlattığı bu müthiş aşk hikayesinde, Klarinetçi Atmaca ve değirmencinin kızının aşkından çok; aşkı uğruna her şeyi göze alabilmeyi göze alan Atmaca'nın hikayesini öğreniyoruz. Öykünün sonundaki "patlayan tüfek" etkisi veren final sahnesi, Atmaca - Değirmencinin kızı aşkının önüne geçiyor. Anlatıcının bu aşkı ifade eden sözlerinden birisinde :

""
Tavuslara, sülünlere bakmaya tenezzül etmeyen yabani kuş, kanadı kırık bir çulluğun şikarı oldu.

Öykünün devamında Atmaca'nın gözü kara karakteri son derece etkili anlatılmış. Atmaca'nın konuşmalarından:

""
"Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun" dedim, "bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?

* Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İst, 1995,İnkılap Yayınevi


Re: Değirmen

"Değirmen" tüyler ürpertici bir öykü. Öyküde en çok dikkatimi çeken şey sesler oldu. Yazar atmosferi yaratırken seslerden çok yararlanıyor. Öyküdeki karşıtlıklarda da sesler önemli rol alıyorlar.

Değirmenin sıçrayarak dönen kayışları, gıcırdayan çarkları, rüzgâr gibi uğuldayan sular... Adeta bir cehennem tasviri bu. Gürültüden, uğultudan insanın bırakın konuşmayı, düşünmeye bile mecalinin kalmayacağı bir cehennem.

Bu cehennemin karşısında Atmaca var: "klarneti çalarken, havayı ciğerlerinden değil, doğrudan doğruya yüreğinden ver"en Atmaca.

""
Bazan okşayan, ısıtan bir sabah güneşiydi... Fakat derhal yüzümüzü yırtan, gözümüzü kör eden, içindeki ateşleri kum tanesi gibi etrafa saçan bir çöl fırtınası oluyor, yahut bağrımıza işleyen bir bıçak haline geliyordu.

Öykü sanki bu iki ses kaynağı arasındaki mücadele gibi ilerliyor. En sonunda, yağmurlu bir günde değirmenin cehennemî gürültüleri galebe çalıyor ve olan oluyor.

Betimlemeler, ayrıntıların veriliş biçimi, "Çingene"lerin yüzyıllardır karşılaştığı (ve öyküden anlaşıldığı kadarıyla kendilerinin de kanıksamış olduğu) arımcılığın insancıl bir gözle anlatılışı öyküye çok şey katıyor. Melodrama göz kırpsa da etkileyici bir aşk hikâyesi "Değirmen".


Re: Değirmen

Bu öyküde halk hikâyesi tadı var. Atmaca'yı, -belki- Atmaca yapan sağ kolu olmayınca, değirmencinin kızı eskisi gibi sevecek midir onu acep; o aynı Atmaca mıdır? Düşünmeden edemedim.


Re: Değirmen

Farklı tansiyonlara sahip ufak ufak bölümlerden oluşan öykünün ilk bölümü şöyle bitiyor:

""
Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım, ama bir daha görmek istemem.

Böyle bir değirmeni bir daha görmek istemediğini söyleyen anlatıcının mutlu bitmeyecek bir hikayeye başlayacağı ne kadar açık. Ama insan yine de o hüzünlü sona kendini alıştıramıyor maalesef.


Re: Değirmen

Öykünün ilk birkaç cümlesi alt alta yazılsa bir şiir okuduğumu sanırdım. Sabahhattin Ali'nin aşkı anlatmaktaki ustalığına Kürk Mantolu Madonna'da da şahit olmuştum. Üstelik bunu yaparken "öteki" nin derdini dile getirme başarısını da gösteriyor yazar. Sonunu tahmin etsem de öyküyü, kalp atışım hızlanarak okudum. Görüntü tasviri kadar kolay olmayan ses tasvirinin bu etkiyi yarattığı kanısındayım ben de.

""
Öyküde en çok dikkatimi çeken şey sesler oldu

İnsanların sahip oldukları değil de olmadıkları şeyler üzerinden iletişim kurabilmesi günümüz de pek mümkün olmasa da arazları denkleşmemiş bir ikili görmek konusu güncelliğini kaybetmemiş gibi geldi bana. Sarhoş balıkla topal martının şarkısını dinleyerek bir kez daha okudum öyküyü.


Re: Değirmen

Atmaca feda ettigi koluyla sanki askini da feda etmis oldu. Esitlenmek isterken yaptigi fedakarlikla iyice esitsizlestirmis oldu aralarindaki sevgi bagini. Bu cok buyuk bir haksizlik degirmencinin kizina diye dusundum.


Re: Değirmen

Eren'in seslere dikkat çekişi gibi ben de görüntülere dikkat çekmek isterim. Bende değirmenin sesleri neredeyse bir romantik dönem tablosu gibi ışık gölge oyunlarının yoğunlaştığı, etrafta yıkık dökük yapılar ve mutlaka bir ufkun bulunduğu bir görüntüyü çağrıştırdı. Çingenelerin yaşama alanlarından bahsedilirken, çocukluğumda gördüğüm Çingene mahallelerini anımsadım. Ortadaki bir çeşmenin etrafında oluşmuş kerpiçten evler, çamurlar içinde koşuşturan ya da küçücük boylarıyla at üstünde çocuklar... S. Ali'nin anlattığı dönemden farkı, buralarda "yerleşik göçebe" olarak yaşamaya başlayan bu insanların kültürel anlamdaki belirtilerinin bizler için artık görülemez oluşuydu.

Öykünün en başarılı yanının aslında anlatımı biçimi olduğunu düşünüyorum. Öyküsünü bir meddah kılığına bürünüp anlatıyor S. Ali. Hiç konuşmayacak olan bir dinleyiciye anlatıyor; yer yer öykü yön değiştirse de böylece uyanık kalmasını sağlıyor okuyucunun.

Nurtenler'in öykünün sonuna ilişkin saptamalarına ise katılmamak elde değil. Atmaca hâlâ Atmaca mı ve bu davranış eşitledi mi acaba aşıkları? Biraz zorlayarak şunu da söyleyesim var: Bedenleriyle düşünen toplulukları sevdiğimi söylüyorum; ama gerçekten buna katlanabilir miyim acaba?


Re: Değirmen

Barış Acar dedi ki:
Nurtenler'in öykünün sonuna ilişkin saptamalarına ise katılmamak elde değil. Atmaca hâlâ Atmaca mı ve bu davranış eşitledi mi acaba aşıkları? Biraz zorlayarak şunu da söyleyesim var: Bedenleriyle düşünen toplulukları sevdiğimi söylüyorum; ama gerçekten buna katlanabilir miyim acaba?

Oldukça ilginç bir soru bu. Belki Atmaca kolundan vazgeçti ama o büyük sevginin bu krizden yara almadan (ya da anlatının sezdirdiği gibi) yücelerek çıkması mümkün mü? Bence bu sorunun cevabı: Evet. Çünkü aslında bu öyle bir anlatı ki, sonrası yok. Bu öykü sonunda "Acaba Atmaca kolunu kesince mutlu bir yuva kurabildiler mi?" sorusunu sordurmuyor bence. O nedenle bu sorunun bu öykü bağlamında geçerli olduğunu düşünmüyorum. Atmaca'nın hikâyesinin bütün amacı/ gayesi Sabahattin Ali'nin bu hikâyeyi anlatabilmesi. O nedenle Barış'ın meddah benzetmesi ön açıcı. Bu hikâye bize bu çarpıcılıkta anlatılabilmişse Atmaca kolunu keserek amacına ulaşmıştır, arzusunu gerçekleştirmiştir, içindeki acıyı, o derin boşluğu hem okura hem de sevdiği kıza bütün çarpıcılığıyla anlatabilmiştir diye düşünüyorum.

Uzun lafın kısası, Atmaca'nın kolunu, sevdiğine ulaşmak için değil, acısını, çaresizliğini ve çıldırtan sevgisini ifade edebilmek için kestiğini düşünüyorum. Kızın da kolunun benzer biçimde kesilmiş olması hikâyeyi tamamlayıp, çemberi kapatıyor.


Re: Değirmen

eren dedi ki:
Çünkü aslında bu öyle bir anlatı ki, sonrası yok. Bu öykü sonunda "Acaba Atmaca kolunu kesince mutlu bir yuva kurabildiler mi?" sorusunu sordurmuyor bence.

Anlatı bağlamında Eren'e katılıyorum; öykünün sınırı burası. Bizim yaptığımız bir sınır ihlaliyle öykünün elverdiği bir sorunu biraz daha deşmek sadece. Öykünün "bedenle düşünmek", "bedenli olmak" meselesine dokunması Antik Yunan metinlerinden beri çok işlenen, halk anlatılarında egemen olan bir durumun tartışılması için olanak sağlıyor bence.


Re: Değirmen

eren dedi ki:
Bu öykü sonunda "Acaba Atmaca kolunu kesince mutlu bir yuva kurabildiler mi?" sorusunu sordurmuyor bence.

Öykünün bu soruyu sordurmadığı fikrine katılıyorum. Atmaca'nın kolunu kesip atmasının "Atmaca- değirmencinin kızı- aşk" üçgeninde ne anlam ifade ettiğinin ise yine de sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Öykü boyunca birini sevmenin ne demek olduğu ya da birini sevdiğini nasıl hisseder ve ona nasıl hissettirirsin soruları soruluyor. Yer yer bu sorulara cevap veriyor anlatıcı. Bunlardan en çarpıcı bulduğum ifade şu:

""
Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: Batı rüzgarı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene'ler.

Sevebilmek için ille de çingene olmak gerekmez belki ama bu cümle inançla sevebilmek için özgür olmak gerekir diyor. Özgürlüğe kendinde ve bir başkasında hak tanımak gerekir diyor.

""
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir......

İki kişi arasında masum bakışmaları, iki bedenin birbirini arzulamasını, baş başa geçirilen huzur dolu dakikaları, ayrı kalınan sevgiliyi özlemeyi, onu hayal etmeyi bunlar sadece hoş şeylerdir diye tanımlıyor ama sevmek bunlar değildir diyor anlatıcı.

Pekii gerçekten sevmek nedir?

Kolunu kesip atabilmek mi? Sanki kolunu kesip atabilmek çaresizliktir gibi geliyor bana. Çaresizlikten bırakıp kaçmak gibi, elimden başka bir şey gelmiyor demek gibi...


Re: Değirmen

"Kolunu kesme" finalini; bitirim, gözü kara bir Çingene'nin aşkına olan inancıyla değerlendirmeliyiz bence. Öyküde, bu konuda hakkında bir yargıda bulunulmamasını da "öykü"nün yol göstermeme ilkesine bağlayabiliriz. Semaver'deki Ali'nin yalnız yaşamını nasıl geçirdiği gibi Atmaca'nın kolsuz yaşamında, değirmencinin kızıyla mutlu olup olamayacağı da hayallerimizin depocuklarında saklı kalacaktır.


Re: Değirmen

"Bedenle düşünmek" olarak adlandırdığım olgunun bir yüzü kolunu keserek "diyetini ödeyen" kahramansa, diğer yüzü dağa kaldırılıp tecavüz edildiği için sevgilisi tarafından terk edilen kadındır. Beden, eksikliği ya da fazlalığıyla düşünsel olan her şeyin ötesinde bir yazgı gibi ele alınır genellikle halk edebiyatında.

Antik Yunan'daki Oidipus hikâyesi de bundan çok farklı değildir aslında. Bedenden gözler eksiltilerek yazgı değiştirilmeye çalışılır; ne ki talih daha kör çıkar orada.

Heidegger "hâlâ bir tanrıya katlanabilir miyiz acaba?" diyor; buna benzeterek soruyorum ben de; "Bedene katlanacak yüreğimiz kaldı mı hâlâ?"


Re: Değirmen

Öykünün ana izleğini kanımca öykünün başlarındaki girizgâh denebilecek giriş bölümündeki şu satırlar vermekte:

""
Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde yaşayanlar ve köyde yaşayanlar; siz, birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz, birisinden korkan ve birisini tehdit edenler... Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz... Bizler: Batı rüzgârı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan biz Çingene'ler.

Öykü yazarın aşk konusunu ele aldığı duygusal dozu yüksek anlatılarından biri. Yazar bu konuyu ele aldığı ilk öykülerinde, konusunu daha soyut daha idealize edilmiş bir yaklaşımla ele alıyor. Değirmen'de de yukarıya aldığım alıntı yazarın bu tavrına uygun bir zemin hazırlıyor. Yazarın öncelikli amacı, duygusal dünyanın gerçekliğe baskın geldiği; soyutun, somutu silikleştirdiği bir atmosfer kurgulamak. Ancak bu kurgu içerisinde üstün aşkı anlatabilecektir. Bunun için de "itaat eden, edilen; korkan, tehdit eden, şehir ve köy yaşamının dinamiklerinde kaybolmuş" kişilerin aşkı yaşamasının olabilirliğine inanmamakta. Çünkü bu dünyalardaki kişiler bu soyut dünyaya yakınlaşamamakta, onun kendi gerçekliğine ikna olamamaktadır. Yazar, bu soyut dünyanın baskınlığını, üstünlüğünü şu tümcelerde güzel açıklıyor:

""
Onu nasıl sevdiğimi anlattım: 'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?'

Öykünün sonunda da bu denge idealize edilmiş dünyanın lehinde işler ve bedenin bir parçası yok edilir.


Re: Değirmen

""
"Bedenle düşünmek" olarak adlandırdığım olgunun bir yüzü kolunu keserek "diyetini ödeyen" kahramansa, diğer yüzü dağa kaldırılıp tecavüz edildiği için sevgilisi tarafından terk edilen kadındır. Beden, eksikliği ya da fazlalığıyla düşünsel olan her şeyin ötesinde bir yazgı gibi ele alınır genellikle halk edebiyatında.

Antik Yunan'daki Oidipus hikâyesi de bundan çok farklı değildir aslında. Bedenden gözler eksiltilerek yazgı değiştirilmeye çalışılır; ne ki talih daha kör çıkar orada.

Heidegger "hâlâ bir tanrıya katlanabilir miyiz acaba?" diyor; buna benzeterek soruyorum ben de; "Bedene katlanacak yüreğimiz kaldı mı hâlâ?"

İletimden sonra yukarıda yazılanları okudum ve Barış'ın güzel toparlayıp sorduğu bu soru, sanırım benim öyküye yaklaştığım konuma yakın bir yerden bakıyor. Bundan emin olamamakla beraber Barış düşündüklerini biraz daha açarsa öyküyü daha da zengin bir şekilde okuma fırsatı yakalarız.


Re: Değirmen

Klarinet çalan, en değerli işinden uzak kalacak olan birinin bu aşkı tek gösterme biçimi kolunu kesmek olmamalıydı ama öykünün dinamiği içinde bu sahne son derece vurucu.


Re: Değirmen

"Bedenle düşünmek"? Düşünceli Kafamda tam oturtamamış olsam da ilginç bir saptama ve güzel bir ifade. Barış, tecavüz etmek mi, yoksa tecavüze uğradığı için terk edilmek mi "bedenle düşünmek" olgusuna karşılık geliyor?


Re: Değirmen

Beden, Antik Yunan'ın Dionysos kavramsallaştırmasından bu yana (elbette bunun daha öncesi de bulunabilir ama bir köken arayışında olmadığımdan çok üzerinde durmuyorum şimdi) harekete geçirici, kendisi için yaşanılan ve kendisi dünya üreten bir varlık durumu olarak edebiyat dünyasına hakim pozisyonda. Böyle söyleyince halk kültüründeki karşılığını bulmak güçmüş gibi görünüyor; ama aslında hiç de öyle değil. Kültür, gelenek, töre bağlamında karşımıza çıkan pek çok hikâye de aslında beden ve bedenin kontrol altına alınması süreçleri üzerine işliyor. Bu öyküde olduğu gibi bedeni bir başka bedene denk görmeme ya da bedenin "saf tutulması" üzerinden "beden anlatısı olarak bir dünya" tasviriyle karşılaşıyoruz.

Halk edebiyatında kısasa kısas meselesinde, örneğin, kola karşı kol istenir. Bu öyküde de olduğu gibi kol ancak bir kolla değiştirilebilir; bu düzeyde hiçbir soyutlama kabul görmez. Bunun esas olarak, toprağa bağlı yaşayan toplulukların arkaik inanma biçiminden kaynaklandığını düşünüyorum. "Bedenli düşünme" doğayla özdeş olan ve hayvan ya da insan biçimine bürünmüş tanrılar fikrine kadar götürülebilir sanırım. Öte yanda ise akıl tarafından biçimlendirilmiş (rasyonel toplum), soyutlamalar üzerinden işleyen (tek tanrılı dinler) ve bedeni unutmuş görünen bir anlayış biçimi var. Bunun için de ortaçağ belki milat olarak gösterilebilir. Tam olarak emin değilim.

Her ne olursa olsun, üzerinde durduğum sorunu bu şekilde tanımlayabileceğimi düşünüyorum. Akılcı manipülasyon altında; ama içten içe bedene dönük güdülerle hareket eden bir toplumsal çerçevemiz var. Birini seçmemiz gerektiğinde duraksamaksızın akılcı olanı yeğlediğimizi söylüyoruz. Ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra gelişen Aydınlanma eleştirisinin de bir uzantısı olarak aramıza mesafe de koymaya çalışıyoruz katı akılcılıkla.

Öykünün sonu bana bunu düşündürdü. Akılcılığa karşı doğaya dönüşü ve bedenli olmayı yeniden anımsayan bir kuşak olarak, öykünün anlattığı türden bir "bedenlilik" fikrine ne kadar tahammül edebiliriz sorusunu bu yüzden sordum.


Re: Değirmen

Nurten Öztürk dedi ki:
Barış, tecavüz etmek mi, yoksa tecavüze uğradığı için terk edilmek mi "bedenle düşünmek" olgusuna karşılık geliyor?

Bir bakıma her ikisi de farklı yönlerden bu tanıma bağlanabilir. Bedeni ele geçirme olarak tecavüz ve ele geçirilmiş bedeni artık "tam" olarak görmeme durumunun dışavurumu olarak terk etme.


Re: Değirmen

Bana kalırsa Sabahattin Ali, tatlı bir Türk filmi tadında bir öykü yazmış, tıpkı "Kürk Mantolu Madonna" gibi. Atmaca'nın anlatıcıya derdini açtığında, öykünün sonunu hemen tahmin ettim.

Anlatıcının öyküye girişi çok sıcaktı, devamını okumak için sabırsızlandım. Yazarın betimlemeleri ve olayı meddah gibi anlatışı çok hoşuma gitti.

Atmaca aşkı için sadece kolunu değil; çingene hayatının vazgeçilmez bir parçası olan, dert ortağı, hayatını kazanmasını sağladığı klarnetini de feda ediyor.

""
Sen sevgiline ne verebilirsin sanki? Kalbini mi? Pekâlâ, ikincisine? Gene mi o? Üçüncü ve dördüncüye de mi o?.. Atma be adaşım, kaç tane kalbin var senin?..

Ayrıca bu cümle hakkındaki düşüncelerinizi de merak ediyorum.


Re: Değirmen

""
Onu alamam, onu kaçıramam... Halbuki o da beni seviyor. Bunu bana evvelisi gün ağlayarak söyledi. 'Gel; dedim, 'beraber kaçalım.' Acı acı güldü, 'Ağam,' dedi, 'ben senden noksanım, bana sadaka mı veriyorsun?..' Onu nasıl sevdiğimi anlattım: 'Bana kolunun yerine kalbini veriyorsun,' dedim, 'bir kalp bir koldan daha mı az değerlidir?'

-Tekrar gözyaşları boşandı: 'Olmaz' dedi, 'düşün ki, her karşına çıktığımda senden utanacağım, başım yerde olacak, beni böyle zelil etmek ister misin? Bırak beni, ne olduğumu bilerek ihtiyar babamın yanında kalayım, sen de bir daha buralara uğrama. Bana sakatlığımı unutturarak deli deli rüyalar gördürdün, seni ömrümün sonuna kadar unutamam, ama olmayacak şeylere beni inandırmaya kalkma, eğer sahiden beni seviyorsan hemen buralardan git!..-

Değirmencinin kızı kendini eksik görüyor, Atmaca da 'madem aşkımıza engel olan bu eksiklik, al işte artık bende de yok' der gibi kolunu kesip atıyor. Burada tam olarak kime kızacağımı bilemiyorum. Aslına bakarsanız ikisine de kızıyorum. Yaşananlar sadece aşk değil düpedüz cahillik ve ilkellik. Birbirlerini sevdiklerine inandım; lakin ne kızı Atmaca'yı reddettiği için ne de Atmaca'yı kolunu keserek bu aşkı iyice imkânsızlaştırdığı için onaylayamıyorum. Elbette bu olan biteni "işte gerçek sevmek budur" diye yücelten anlatıcıya daha da kızgınım. Belki biraz da Sabahattin Ali' ye...

Sanırım "bedenle düşünmek" ifadesini "bedenimizdeki eksiklikleri -ya da doğru deyimle 'özür'lerimizi- akılla giderebilecekken salt bedensel saplantılara tutulmak ilkelliktir" diye yorumluyorum.


Re: Değirmen

Asım Bezirci'nin "Sabahattin Ali" adlı kitabına "Değirmen" için neler söylemiş diye bakarken, Bezirci yazarın bu öyküyü Gorki'nin "Makar Çudra" adlı öyküsünden etkilenerek yazdığını belirtmiş. Notu aşağıya ekliyorum:

""
...Sözgelişi, "Değirmen" hikâyesiyle Gorki'nin "Makar Çudra" hikâyesi arasında birçok benzerlikler bulunur. Ayrıca, yazarın kendisi de bir mektubunda bunu açığa vurur:
"Ben en çok ikinci kısımdaki yazarları beğenirdim. Gorki'yi pek fazla okumuş değilim, onun "Makarçodra" isimli bir hikâyesine benim 'Değirmen' hikâyesini benzetmişlerdi, varit gördüm, çünkü 'Değirmen'i yazmadan bir ay evvel okumuştum Gorki'ninkini. Diğer hikâyeler de sahih olarak Anadolu'dur. Basit ve küçük adamları mevzu almışlardır. Mevzularını aynı 'milieu'den seçen Gorki'ye benzeyebilir. Fakir ve küçük insanları yazmakta o herkesin üstadıdır."

Bunun üzerine ufak bir araştırmayla Gorki'nin öyküsü nette bulup hazırladım. "Bir Nefeslik Ara" başlığına en kısa zamanda ekleyeceğim.

Kaynak: Bezirci Asım, Sabahattin Ali, Çınar Yayınları, İstanbul, Ekim-1992:94-95


Re: Değirmen

""
Bunun üzerine ufak bir araştırmayla Gorki'nin öyküsü nette bulup hazırladım. "Bir Nefeslik Ara" başlığına en kısa zamanda ekleyeceğim.

Öyküyü ekledim.


Re: Değirmen

Bu öykünün Gorki'nin "Makar Çudra" adlı öyküsüne benzediği yönündeki kanılara Sabahattin Ali'nin itiraz etmeyerek "bu olanaklı, çünkü bir ay evvel söz konusu öyküyü okumuştum" diye karşılık vermesi bana çok akılcı ve karşı esere de oldukça saygılı bir yaklaşım olarak gelmişti. Makar Çudra öyküsünü okuduğumda ise zaten bu benzetmenin reddedilemeyecek kadar açık olduğunu gördüm.


Re: Değirmen

Enes T dedi ki:
Bana kalırsa Sabahattin Ali, tatlı bir Türk filmi tadında bir öykü yazmış, tıpkı "Kürk Mantolu Madonna" gibi.

Bence, Ali'nin öykü ya da romanlarına seçtiği konuların Türk sinemasında çokça kullanılmasından kaynaklanıyor bu düşünce. Filme bire bir konu etmiyorlar, pek çok yerini değiştiriyorlar ama konuları buralardan aldıkları kesin. Sinema filmleriyle kitaplardan önce tanıştığım ve pek çok kez izlediğim için, Ali'nin öykü ve romanlarını okurken karakterleri, izlediğim filmlerdeki oyunculardan farklı tasavvur etmek için hayli çaba harcadım. Necati Cumalı'nın öyküleri için de aynı şeyi söylemek mümkün.


Re: Değirmen

Haksız mıyım, Nurten Öztürk?


Re: Değirmen

Öykünün yazıldığı dönemi dikkate aldığımızda sinemanın mı bu öyküleri etkilediği , yoksa o dönem roman ve öykülerinin mi sinemaya yön verdiğini tekrar düşünebiliriz.


Re: Değirmen

Öykü ve romanlarda antalılmak isteneni, derinliği umursamadan, trajik yanını, ya da ne bileyim, entrika vs. filmi izletmeye değer, merak uyandıracak, duygulandıracak ne varsa kopya çekmek işine etkilenmek diyebilir miyiz bilemeyorum.


Re: Değirmen

"Değirmen"le "Makar Çudra"nın benzer yönleri var. Üslup özellikleri (halk hikâyesine benzerlik), imkânsız bir aşkı konu etmeleri, nam salmış yiğit bir erkeğin aşkı uğruna yaptıklarını anlatmaları, anlatının "Çingene" çevresinde geçmesi...

Öte yandan iki hikâye arasındaki farklar da çok belirgin. Sabahattin Ali'nin kurgusu daha derli toplu geldi bana. Gorki'nin anlatıcısı (Makar Çudra) lafı biraz fazla uzatıyormuş gibi hissettim. "Makar Çudra"da "özgürlük" vurgusu hakimken "Değirmen"de "fedakârlık" kendini daha çok hissettiriyor. Öykünün kadın karakterleri arasındaki açık seçik farkı da belirtip geçelim.

Bir de birinin "Rusya" diğerinin "Anadolu" anlatısı olması var tabii. Sabahattin Ali'nin dili Türkçe okurunu daha çabuk sarıyor. Kişiler gözde daha kolay canlanıyor. Ama bunu iki öykü arasındaki fark olarak değil de çeviri öyküyle çeviri olmayan öykü arasındaki fark olarak düşünmek daha makul görünüyor.


Re: Değirmen

Bu iki öykü arasındaki benzerlik ve farklılıkları ne kadar derli toplu ifade etmişsin Eren, tebrik ederim. Flowers


Re: Değirmen

elif cinar dedi ki:
Enes T yazdı:
Bana kalırsa Sabahattin Ali, tatlı bir Türk filmi tadında bir öykü yazmış, tıpkı "Kürk Mantolu Madonna" gibi.

Bence, Ali'nin öykü ya da romanlarına seçtiği konuların Türk sinemasında çokça kullanılmasından kaynaklanıyor bu düşünce. Filme bire bir konu etmiyorlar, pek çok yerini değiştiriyorlar ama konuları buralardan aldıkları kesin.

Bu konuda ben de Elif gibi düşünüyorum; yani önce Sabahattin Ali yazdı. Sabahattin Ali'nin halk hikâyelerine ilgisi de anlaşılıyor öykülerinden yani bir tat var ise; bu halk hikâyelerinden geliyor kanımca.
Öte yandan benzer konular Türk filmlerinde çok kullanılmış olmasına rağmen öyküleri okurken sinemadan hiç bir tip aklıma gelmedi Elif'in aksine. Ya çok kullanılmasından ya da yeterince güçlü aktarılmadığından olsa gerek. Sabahattin Ali'nin "dil" ile kurduğu atmosfer dışarıyı unutturuyor; özellikle Değirmen böyle bir hikâye.