UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Bruce Holland Rogers - Elden Çıkarma

08 Eyl 2013
eren

Şöyle yapıyoruz. Ben, Oren'in sokağın karşısındaki evine gidiyorum. Oren bir gece önceden plastik yumurtaları hazırlamış oluyor. Beş altı tanesini kahverengi bir kesekağıdına koyuyor. Bir seferede beş-altı taneyi geçmiyoruz. Sonra oksijen tüplü yürütecini alıyor, kahverengi kesekağıdı öndeki sepete konuyor, birlikte Oren'in kapısından çıkıyoruz, yokuştan aşağı ilerleyip, bütün sokağı ve parkı geçip nehir yatağı boyunca yürüyoruz. İşte orada yapıyoruz, nehir yatağında.

Ama her şeyi sanki kolayca oluyormuş gibi anlattım. Her şey gayret ve zaman istiyor. Bizim yaşımızda her şey öyle. Yokuştan aşağı inmek uzun sürüyor. Sokağın sonuna kadar yürümek uzun sürüyor. Oren'in soluklanması için durmamız gerekiyor. İyi görünmüyor. Suratı gri gibi. Ama sonunda ta parka varıyoruz, sonra zamanla parkı geçip nehir yatağına ulaşıyoruz. Sonra da başlıyoruz. Biraz yürüyüp biraz duruyoruz. Oren "Kimse var mı?" diye soruyor. Geri dönemiyor, o yüzden arkamızda görünürlerde kimse olup olmadığını bana soruyor. Birileri izlerken yapamayız.

Yolun bir parçası üzerinde yalnız kaldığımızda kesekağıdına uzanıyor. Elleri titriyor. Tırnak altları morarmış. Yumurtalardan birini alıp açıyor, böylece koleksiyonunun bir parçasına son bir kez bakıyoruz. Belki 1967'den kalma, üzerinde uçan kaz olan gümüş bir Kanada doları, belki de üzerine Aziz George'un ejderhayı öldürürüşü resmedilmiş bir İngiliz kronu. Çoğu zaman sıradan bir gümüş dolar, bir Morgan ya da Peace doları. Ona beğeniyle bakıyoruz. Bozuk paraların bazıları çok güzel oluyor. Bazen paranın bir hikâyesi oluyor, tıpkı Kör John'un atıyla muharebeye dalışının resmedildiği yüz Lüksemburg frankında olduğu gibi; o zaman Oren beni ayrıntılar konusunda bilgilendiriyor ve ben de "Vay canına" diyorum. "Görüyor musun şu işi."

Sonra şöyle yapıyoruz. Parayı geri yumurtanın içine koyuyoruz, yalnız olup olmadığımıza yeniden bakıyoruz ve ben yumurtayı Oren'in söylediği yere saklıyorum. Bir ağacın kıvrımına. Böğürtlen çalılarının arasına. Pembe ya da mor rengin yalnızca azıcık görüneceği şekilde yaprakların altına.

Oren'in bütün hayatı burada geçti, nehir yatağı, eskiden kola şişesi avına çıktığı yer. Ben başka bir yerde büyüdüm, yine de avı, iyi bir vurgunun başarısını hatırlıyorum. Bir kola şişesi iki parça şekerleme demekti. Beş şişe on sent değerindeydi ve o paraya bir çizgiroman alınabiliyordu.

Oren "Güzel bir his değil mi?" diyor. Cümleler arasında soluklanmak zorunda. "Bir yumurta buluyorsun, içinde de bir gümüş kron var?" Gümüş o kadar pahalı ki, bu bozukluklardan bir teki bile iyi para ediyor. Elbette, bu yumurtalardan birini bulan kişinin hemen bozuk para dükkânına gidip onu bozdurması üzücü olurdu.

Şimdiye kadar sakladıklarımız arasında en çok beğendiklerim, başının çevresine buğdaydan bir hale olan bir kızın resmedildiği Polonya parası, üzerinde gülen bir güneşin olduğu Nikaragua kordobası ve onaltı ördeğin paranın etrafında çember çizdiği beş Seylan rupisi.

Çok düzenli gelmiyoruz. Oren birilerinin belirli bir takvime bağlı olarak kontrol etmeye başlamasını istemiyor.

Her neyse, işte böyle yapıyoruz. Diğerlerini bilmiyorum. Onların koyduğu yumurtalar nehir yatağında bizim bir şey saklamadığımızı bildiğimiz yerlerde ortaya çıkmaya başladı. Bazen bizim yumurtalarımızı yeniden kullandıklarını düşündük. Bazen onların yumurtaları farklı boyutlarda ya da farklı renklerde oluyordu, ya da yarısı yeşil yarısı mavi bir yumurta kullanıyorlardı ki bunu biz hiç yapmadık.

İlkinin içinde, bir parça kağıda yazılmış şu şiiri bulduk:

Meşe ağacı
Kiraz çiçeği mevsimi
Yine de vakur
-Basho

Büyük sarı bir yumurtanın içinden daha küçük bir yumurta çıkmıştı ki onun da içinde daha da küçük bir yumurta vardı; içindeki kağıtta bir kelime yaızyordu: "Günışığı." Bu iç içe geçmiş yumurtalardan bir başkasının içindeki kağıtta da "Çimen" kelimesi vardı.

İçinde kayışsız bir kol saati, bir çift kol düğmesi, bir tomar posta pulu, örme bir anahtarlık, bir telefon numarası, minik bir çakı ve bir dolarlık bir banknot olan yumurtalar bulduk. Genellikle onları önce Oren görüyor, ben de alıp ona getiriyorum. Sonra geri koyuyoruz.

Nehir boyunca ilerliyoruz ve arada sırada Oren, nefes alabilmek için yürütecine yaslanmak zorunda kalıyor. Oksijen tankı da bir yere kadar işe yarıyor. O halde dinlenirken, Oren mükemmel bir saklama yeri olabilecek bir ağaç kovuğu fark ediyor, daha önce görmemiş olmamız hayret verici. Yalnızız. Günün son yumurtasını da açıp içindeki paraya bakıyoruz. Oren, İran parası olduğunu söylüyor. Bir tarafında kılıç tutan bir aslan var. Çok güzel.

Ağaca vardığımda, orada durup duran büyük mavi bir yumurta buluyorum. Yumurtaları takas ediyorum. Mavi olanı Oren'e getiriyorum. Büyüklüğünden ve elde bıraktığı histen bunun da iç içe geçmiş yumurtalardan olduğunu tahmin edebiliyorum. Ve, sahiden de, açmaya başladığımda mavi yumurtanın içinde, içinde mavi yumurta olan mavi bir yumurta buluyoruz. En küçük yumurtanın içinde bir parça kağıt var. Üstünde: "Hava" yazıyor.

Oren gülümsüyor. Yapabilecek olsa kahkaha atardı, diye düşünüyorum. "Bu," diyor. Soluklanmak için duraklıyor. "Bu bende kalsın."

Yazar: Bruce Holland Rogers
Çeviren: Eren İnan Canpolat
Özgün metin: "Divestiture", shortshortshort.com, 28 Şubat 2011

""
Hanovi Braddock mahlasını da kullanan Bruce Holland Rogers'ın kurgunun her dalında ürünleri var. Eserleri Pushcart Ödülü, Nebula Ödülü (iki kez), Bram Stoker Ödülü, World Fantasy Ödülü (iki kez), The Micro Award gibi ödüllere layık görüldü, Edgar Allan Poe Ödülü'ne ve İspanyol Premio Ignotus Ödülü'ne aday gösterildi.

Mary Stuart Masterson'ın yönettiği The Other Side (2001) adlı kısa film, Rogers'ın kısa romanı Lifeboat on a Burning Sea'den esinlenmiştir. Speculations dergisinde yazarlığın psikolojik zorluklarını incelediği yazılarından derlenen Word Work: Surviving and Thriving as a Writer bir de deneme kitabı vardır.

Re: Bruce Holland Rogers - Elden Çıkarma

Çeviri çok iyi, metnin yeniden kurgulanması mevzusunu düşünüyordum da,çeviri üzerine konuşurken öykünün çeviri olduğunu unutup Türkçede yazıldığını düşündürdü...

Öykünün akışı,nehrin akışı gibiydi, kenardaki karakterler de son derece sahici.


Re: Bruce Holland Rogers - Elden Çıkarma

Çağdaş dünya öyküsünün örnekleri ne yazık ki dil bilmeyen kişilere ulaşamıyor. Bu nedenle Eren'in çabasını çok "kahramanca" buluyorum. Öyküdeki atmosfer beni çok etkiledi. özellikle o yaşlıların, bize kolay gelen, basit gelen, bir yerden bir yere gitme gibi bir eylemi bile "öyküde bir durum" olarak vurgulamaları beni duygulandırdı.

Çağdaş bir öykünün, geçmişin sıradan oyunları üzerinden, onların ötelediği değerleri bu kadar dolambaçsız anlatışı bir başarı.

İçlerinde en duygusal bulduğum öyküydü. Diğerleri de çok değişik ve etkileyiciydi.Ne diyeyim, Aman Eren, lütfen devam!


Re: Bruce Holland Rogers - Elden Çıkarma

Ne zaman Amerikan edebiyatından bir şey okusam bizim hikâye etme geleneğimizle onlarınki arasında bir uçurum buluyorum.


Re: Bruce Holland Rogers - Elden Çıkarma

Çeviri konusundaki övgüleriniz için teşekkürler. Şimdiye dek çevirdiklerim içinde benim de gönlüme en yakın öykü bu oldu. Yazışmamız sırasında Rogers kısaca, öykünün Japon estetik anlayışıyla bir söyleşim içinde olduğunu çıtlatmıştı.

Öykünün minimalist dili, sürekli söylemediği kısımlardaki hikâyeye dikkat çeken havası öykü üzerine söz söylemeyi de zorlaştırıyor bana kalırsa. Öküyü okurken benim de nefesim sıkışır gibi olmuştu. O nedenle "hava"yı bulduklarında hatırı sayılır bir rahatlama hissetmiştim.

Barış Acar dedi ki:
Ne zaman Amerikan edebiyatından bir şey okusam bizim hikâye etme geleneğimizle onlarınki arasında bir uçurum buluyorum.

Bunun, son zamanlarda tartışmaya açtığınız "yaratıcı yazarlık"la da bir ilgisi olabilir mi?


Re: Bruce Holland Rogers - Elden Çıkarma

eren dedi ki:
Bunun, son zamanlarda tartışmaya açtığınız "yaratıcı yazarlık"la da bir ilgisi olabilir mi?

Olabilirliğin ötesinde Amerikan edebiyatının bugünüyle yaratıcı yazarlık endüstrisinin derin bağları olduğu kanaatindeyim. Bütün hikâye anlatımları epizotlar şeklinde işleyiş ve bir sonraki hareketi (durumu değil, olayı) merak ettiren bir süreklilik anlayışı üzerine kurulu Amerikan edebiyatında. Hikâye ne kadar güzel olsa da bu sıkıcı benzerlik beni çileden çıkartıyor ve dolgulu dişimle alüminyum folyo çiğnemişim hissi yaratıyor bende.

Oysa bizim geleneğimizde (bunu söylerken tutucu davranmak gibi bir amacım kesinlikle yok, sadece diğer üslubu neden anlamadığımı, sevemediğimi temellendirmek için bu kısayolu kullanıyorum) anlatılan hikâyede olup biten olaylar kadar, belki ondan daha çok anlatıcının hikâyeye kattığı hava, anlatım biçimi önplana çıkar. Böylece öykü anlatıcının anlattığı olayda değil, yarattığı durumda kurulur. En azından benim için öyle oluyor.