UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma Denemeleri - III *

09 Nis 2013
sharcho

Yazmak yerine,
kendini alkole vefa borcunu ödemeye vakfetmiş arkadaşım Fatih Tombul’a

ı.
W. Shakespeare mi demişti, “hayat bir tiyatro sahnesidir,” diye bundan yüzyıllar önce ve yüzyıllar sonra dolana dolana bu laf gelip hiçbir sözcük yoktur ki diğer sözcüklerle ilişkiye girmeden bir şeyi anlatabilsin gibi bir önerme biçimine mi gelmişti; hatta daha sonrasında “herhangi bir sözcüğün herhangi bir şeyi anlatması imkânsızdır” gibi bir önermeye kadar uzanmış mıydı bu ipsiz sapsız fikir?

Bir grup düşsever için gün içinde sık aralıklarla uykulara yatıp, hafif uykunun o birkaç saniyelik bir arasında beliren karman çorman görüntülerle, bir senfoniden çöp arabası seslerine uzanan çeşitlilikte gürültülere gündelik hayatın hay huyunda bir anda gözden kaçıp gidiveren bir bakışı, aklın kanatlanıp gittiği uzak diyarlardan onu o ana geri çağıran bir gülüşü, yanık simit yanında taze çay kokusunu, yani ki günün örttüklerini eşleştirmek hayata dokunmanın tek katlanılır yolu olmuştur. Değil mi ki, gösteren, o bir şeyi başka bir şey olarak ifade etmeye yarayan şey aslında o gösterdiği, ifade ettiği şey hiç değildi, onunla ilgisi bile yoktu; o halde sünüp duran, kasvetli ve bir öz polemikle akan gündelik hayatlardaki ufak tefek ayrıntılar da gerçeküstü her türlü öğe ile eşleşebilirdir. Kimileri buna lirik bir duyarlıkla sokulur, kimileri ölçülü, tutarlı ve kimi zaman tumturaklı bir dizgeyi tercih eder, kimileri ise biçimlerden feyz alır. Hiç görüşmezler bu düşsever topluluğun sakinleri, tıpkı M. Blanchot’nun bir kısacık öyküsünde anlattığı gibi, kimseyle görüşmezler onlar ama birbirini tanırlar. Hep bir aradalardır. Bu ölçülü, tutarlı ve kimi zaman tumturaklı bir dizgeyi tercih edenlere yazar, sayfaya, o beyaz sonsuzluğa düştükleri biçimler toplamına öykü adı verilmiştir.

ıı.
Peki, ya sayfa, o sonsuz boşluk, üstünde temsilin harflerle biçim bulduğu, dizgelerle nefes alıp verdiği zaman zaman takır tukur, dura kalka devam edecek bir hareketi tetiklediği, zaman zaman hızına yetişilmediği; soğuğundan titreten, sıcağından sicim gibi terleten, sokaklardan, manavlardan, bakkallardan, kıraathanelerden, iskelelerden, asansörlerden, tecrit evlerinden, simsiyaha boyalı odalardan parça parça sökerek dokunulan karadelik?!

ııı.
O karadelik ki, baştan sona güç bela geçilmeyi başarıldığında, o ana kadar biriktirdiği imgeleri, görünümleri, anıları, izlenimleri oraya kadar getirmeyi becerebilen yazarı, bambaşka bir boyuta, masa başına çakıverir. Yazarın varlığı ikiye bölünmüştür; ancak bu iki parçalı yaratık siyam ikizleri gibi birbirine yapışık ve birinden beslenmektedir. Sokağında bir adam başka bir adamı bıçaklarken, şehrinin tecrit evlerinde unutmaya ve unutulmaya mahkum bırakılmış insanlar alevler içindeyken, ülkesinde ekmek derdindekiler sopadan geçirilirken, dünyasında onun için sadece birer sözcükten ibaret olan kimi kavramlar genişçe ölümlere sebebiyet verirken, masa başında çakılı duranını iki dürterek ondan kopup gidecekmişçesine sündürür yazarın etini bütün olayların dallanıp budaklandığı uzama ona yapışık öteki kardeşi. Yazarın dört elinden biri sayfanın içinde dolanmakta, ikincisi masanın yüzeyindeki cilayı tırnaklayarak kazımakta, üçüncüsü karşısındaki adamın karnına az önce soktuğu bıçağı tutmakta, diğeri yarasına abanmaktadır.
Yazarın tek yapabildiği ve tek yapabileceği masa başında çakılı durmak, orada çaresizce, acı içinde mitoz bölünmeye uğramak, bölündükçe küçülmek, yok olmaktır. Ne elinin bastırdığı yarayı beyazın sonsuzluğunda tedavi edebilecek, ne o boşluğa birini öldürmenin suçluluğunu bırakabilecektir. İmgelemi titreşim halindedir yazarın; biçimler, semboller, simgeler hiçbiri etlendiremez zihnin içinde dolaşan yaratığın hayaletini; tek ve tek yapabileceği yazarın, bıçağı sayfanın üstüne koyup, öylece ona bakakalmaktır. Burada kekemedir, o ana değin akıp giden sözcükler kesilmiştir; hiçbir sözcük hiçbir kavramı, hiçbir kavram hiçbir yaşanmışlığı karşılamaktadır; hayatın dokusu dilden üretilememiştir, dil gidimlidir, hayat ise anlamsız, sırf bu nedenle kimsesiz ve kimseye ihtiyacı olmayandır. Kimselerden kimselere giden hayatı durdurmaya, hem de bütün akışkanlığını koruyarak, onu alıkoymaya çalışan yazarın vay haline!

ıv.
Herhangi bir içgüdünün tetiklemesiyle gerçekleşen herhangi bir hareket, bilgiye dönüşürken kültür süzgecinde elenir. Kültür basittir, T. Eagleton’un dediği gibi, doğa olmayan her şey kültürdür: bizim masanın üstüne elimizi koyma biçimimizdir, ancak aynı zamanda bunun bize anlattığıdır ve masanın üstünde duran bir el görüntüsünün zihnimizdeki yansımasının dille yeniden biçimlendirilmesidir. Bu el Bahattin Bey’in eli midir, Dilruba Hanım birazdan o eli masadan alıp göğsüne mi götürecektir, yoksa Van Gogh misali, kalemi ile sayfa arasında hiçbir korelasyon kuramayan yazarın birazdan kesip atacağı işlevsiz uzvu mudur bu el? Neyse ne, birazdan bu el bir yılanı kavrayacak ve onun içini çekirdek kabuklarıyla doldurarak “yılanı uzat”tıkça uzatacaktır. Diyelim ki mekan, hiçbir binaya ait olmayan ve durmadan yükselen dar bir asansördür ve karakterlerimiz sündükçe sünen bir yılan, onu çekirdek kabuklarıyla besleyen bir kesik el, çolak ve yeteneksiz bir yazar ve dışarıda asansörün tıkırtılarına eşlik eden martı görünümlü kargalardır. Evet, sonuç da basittir: Kültürün yüzyıllardır getirip önüne yığdığını oburluktan hareket edemeyen bir at gibi semirmiş yazar başarısızdır. Yazarın, ileriye doğru her adımı atma girişimi geçmişini de o an’a sürükleyecektir. An dolacak dolacak, şimdinin içine sığmayacak denli şiştiğinde, masumane ve bütün isteği sadece kendine yer açmak olan bir öznenin tiz sövgüsü olarak boşanacaktır. Böylece yazarın geleceği, geçmişini değiştirip duracak, şimdinin yapbozunda gündelik olana uzanan her uzvu, önce parmaklar sonra kollar, sonra bacaklar, sonra beden olmak üzere yavaş yavaş yok olacaktır. Yazar, boşluğa iliştirmeye çalıştığı her türlü temsilde daha ilk adımı atmadan bu temsile eşlik eden anlatı onun önünü kesecek, olduğu yerde kilitlenmesine sebep olacaktır ve yazar bu esaretten kurtulmak için bu dünyada, Güneş’in dediği bütün topraklar üstünde yazılmış her metni yeniden yazmak zorunda kalacaktır. O halde yazar, henüz tek bir satırını bile yazamadığı öyküsünün karşısında başarısızlığa yazgılıdır: tarihi parçalanmıştır, varlığı bölümlenmiştir, uzamını yitirmiştir, sonuçlar neden, nedenlerse aşkın doğrular kılığına bürünmüştür. Onu müdahale yetisinden mahrum bırakan her an, örneğin metroda bir erkek ve kadının birbirinden uzak ancak fantazmagorilerinde konuştuğu, ağaçlardan ve adil bir dünyadan söz ettikleri, yazarın bunu sezdiği, ne sezmesi düpedüz bunu gördüğü buna karşın araya girmek için hiçbir şey yapamadığı o iki durak arasında, içinde taşıdığı sosyal hayvan hırpalanacaktır.

v.
Peki selülozun hükmü müdür o sonsuz boşluğun, beyazın bunca yükü taşıması ki, hiçbir zaman ve yok yerde gerçekleşmiş bir olayın temsilinin temsili kılığına büründürmesi kendini? Bir aynadan başka bir ayna yardımıyla kendine bakan yazar, birinci ayna görüntüsünün karşısında beliren ikinci ayna görüntüsünde yüzünün bir kısmını, üçüncüsünde kaşlarını ve burnunun bir kısmını, dördüncüsünde kaşını ve nihayetinde sadece karanlığı görecektir. Yani, bir temsile dönüşen ve ardından o temsilin başka bir temsiline dönüşen her yok-olay iki yönlü işlemektedir: Yazarın arkasını döndüğü bir dünyada olup bitenler, saatlerdir bilgisayar ekranına bakan ve yorgunluktan gözleri kapanmak üzere olan bir kadın ve koridorlardan gelen kahkahalar; karşısında ise kendisinin arka arkaya ve hızla azalan, azaldıkça parçalanan temsilleri. Temsiller kısaldıkça her biri birer sihirli kirpi okuna; arka arkaya dizildiklerinde ise çıkıldıkça gömülüp durulacak bir bataklığa, içi cıva dolu metal bir küreye ve git gide renklerin içindeki bir karanlığa dönüşecektir. Her anlatı bir deneyimin yeniden denenmesidir; bütün öğeler yerinden sökülerek yeni yerlerine monte edilmekte, gündelik hayat kesitlerinden, gazete kupürlerinden, TV haberlerinden kolajlanan bir edebi Frankenstein her hamlede daha derinden solumaya başlamaktadır. Deneyimlerin sahneye konduğu boşluk, onları çoğaltmakta üst üste bindirmekte, iç içe geçirmekte yazarın masa ile arasındaki mesafeyi arttırmakta ve bütün bunlar sonsuzluğun o zamansızlık kipinde vuku bulmaktadır. Bu modern canavarın etini, kanını, kemiğini oluşturan her çatışkı yazarın kendine biçtiği ölümsüzlükten parçalar çalmaktadır. Bu öyle bir hal alır ki, birazdan masaya uzanmış o yaratık kalkacak, “Baba, baba beni neden doğurdun?” diye bağıracak, dünyaya düştüğü o an’a, o çağa, o uzama lanetler yağdırarak, yazarı da alıp kendini bir kuantum-uzama atacaktır. Bir süre birbiri ile alakasız görünen her şey bu uzamda yazar için gittikçe artan bir heterojeni halinde hareket etmeye başlayacak, kesişecek, üst üste binecek, çarpışacak, parçalanacak ve farklı bütünlere dönüşecektir. Bu noktada, bütünün hacmi daralmış, en minik halini almıştır. Öyle ki, önce beyazın sonsuzluğunda sözcükler, heceler, şekiller oluşacak ardından F. Saussure’ün gösterge için dediği gibi, gösteren ve gösterilen onda birbirine yapışık olarak bomboş bir beyaz kâğıdın iki yüzünün arasında sıkışıp kalacak, onu oradan kurtaracak kana bulanmış bir kamayı arzuyla bekleyecektir!

vı.
Özetle, yazar başarısızdır, ve yazarın her ediminin yolunun başarısızlıktan geçmemesinin ihtimali yoktur. Gündelik hayatın debdebesinde dolanıp duran sesler, her anın bilinçdışında asılı kalan görüntüleri, her nesnenin ayrı dokusu, tadı ve kokusu içinde durup soluklanmak için biçimlere gömülmeye ihtiyaç duyduğumuzda aslında narsistçe bir haz aldığımız yazarın bu başarısızlığıdır ki sonsuzluğun hapsinde vuku bulan hiçbir temsil hikâye olmasın!

* şakir özüdoğru / ekim ’12 / eskişehir

Meraklısına not: Bunların büyük bir kısmını, beni evden işe götüren tramvayda Barış Acar’ın 2012 yılının Haziran ayında Sıcak Nal Yayınları tarafından yayımlanan pıhtı isimli kitabını okurken düşündüm.

Kategori:

Re: Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma ...

Yazının ana savı da diyebileceğim "temsili tarafından yok edilen yazar" meselesine dair oktay'ın yorumunu merak ediyorum özellikle.


Re: Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma ...

"yazarın"(author) ve otoritesinin, "öykü" tarafından("temsili" tarafından) sarsıldığını ve biraz daha ileri gidersek yok edildiğini söyleyebiliriz ama "o ana kadar biriktirdiği imgeleri, görünümleri, anıları, izlenimleri oraya kadar getirmeyi becerebilen yazar"ın varlığının zaten bir varsayım olmak zorunda olduğunu aklımızdan çıkarmamak koşuluyla. demek istediğim şu: aslında "temsili tarafından yok edilen yazar" diye bir şey imkansızdır, çünkü temsilinden önce, yani öykü yazılmazdan önce zaten bir yazardan bahsedilemez. öykü yazıldığı anda ise yine bu yazar ancak öykünün içindeki yazar olduğu için "tekrar kaybolmaya" yazgılıdır. açıkça görülüyor ki, burada kullanılan terminoloji yetersiz kalıyor. "yokluk", "varlık", "kayıplık" kavramları "bir zamanlar mevcut olmuş" ya da aksine "mevcut olmaklığı hiç kesintiye uğramamış" olma düşüncesine gönderme yapıyorlar. oysa, yazar bunların ikisi ile de düşünülemez.(koyulaştırdığım kısımda neden bu iki şekilde de düşünülemeyeceğini açıklamaya çalıştım)


Re: Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma ...

Oktay'ın itirazı güzel, lakin daha güzel olan şey yazarın (Şakir'in burada) bu hakikatin (ya da hakikat üretim oyununun) tümüyle farkında olması; hatta o oyunu bile isteye sürdürmesi bence.

""

Bu ölçülü, tutarlı ve kimi zaman tumturaklı bir dizgeyi tercih edenlere yazar, sayfaya, o beyaz sonsuzluğa düştükleri biçimler toplamına öykü adı verilmiştir.

Beyaz sayfada temsil üreten yazarın kendisinin temsili değil midir sorun bir parça? Onun bölünmüşlüğü (ya da hemen oktay'dan sakinarak söyleyelim: bütünlük yanılmasından kaynaklanan yampiri duruşu) yaratmaz mı temsil probleminin kendisini?

İşte yazar, başka yazarların yazma edimimine bakarak yazmanın olanaksızlığını imlemektedir. Hem de bizzat yazarak..

""

O karadelik ki, baştan sona güç bela geçilmeyi başarıldığında, o ana kadar biriktirdiği imgeleri, görünümleri, anıları, izlenimleri oraya kadar getirmeyi becerebilen yazarı, bambaşka bir boyuta, masa başına çakıverir. Yazarın varlığı ikiye bölünmüştür; ancak bu iki parçalı yaratık siyam ikizleri gibi birbirine yapışık ve birinden beslenmektedir.

Bu sorunu içeriden görebilmeyi başardığı için önemli buluyorum Şakir'in metnini.

""
Yazarın tek yapabildiği ve tek yapabileceği masa başında çakılı durmak, orada çaresizce, acı içinde mitoz bölünmeye uğramak, bölündükçe küçülmek, yok olmaktır. Ne elinin bastırdığı yarayı beyazın sonsuzluğunda tedavi edebilecek, ne o boşluğa birini öldürmenin suçluluğunu bırakabilecektir. İmgelemi titreşim halindedir yazarın; biçimler, semboller, simgeler hiçbiri etlendiremez zihnin içinde dolaşan yaratığın hayaletini; tek ve tek yapabileceği yazarın, bıçağı sayfanın üstüne koyup, öylece ona bakakalmaktır.

Yazarın başarısızlığı kendi yok oluşunu göre göre yazmayı sürdürmesindedir. Kendini temsiliyle yer değiştirme, tutkulu bir intihar biçimidir bu yüzden yazmak.


Re: Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma ...

İtirazımı şöyle ifade etmeye çalışayım bir de, daha önceki konuşmalarımıza da gönderme yaparak. Kendisi için topografya oluşturulmaya çalışılan yazar bir içsıkıntısı ile tanımlanmıştır. Demek ki, yazar bu durumunu(“başarısızlığını”) bir içsıkıntısı olarak anlamlandırmaktadır. Kendisine bir zemin aramakta, bunun için bir topografya oluşturma çabasına girmektedir.oysa, üstüne temel atılabilecek sağlam bir zeminin imkansızlığı yazının daha başındaki bölümde dile getirilmiştir. Saussure’ün göstergeciliği değilse de nedensellik ilkesinin imkansızlığına dair düşüncesi de bunun ifadesiydi.
Metafizik geleneğe yönelik mücadelenin en büyük handikabı, mücadele verirken kullanılan kavramların metafiziğin göbeğinden çıkıp gelmesidir. Metafizik; gramerde her cümlede tekrar üretilir, sentaksta ise karşıtlıklara iman şeklinde ortaya çıkmaktadır.işte, insanın/öznenin (yani sadece yazarın değil) şu kadim iç-sıkıntısı (ya da hegelin mutsuz bilinç dediği şey) esasında yukarıda yazdığım "yokluk", "varlık", "kayıplık" gibi metafizik kavramlara verilen değerin ve gösterilen saygının sonucudur. Evet, bu yazı meseleyi içerden kavramaktadır –tıpkı hegelin kölenin durumunu içeriden kavramasında olduğu gibi- ancak bu kavrayışının ne anlama geldiğinin değerlendirmesini yapamamaktadır. Yazarlık evet bir “iç-sıkıntısıdır”, kendi kendisinin başarısızlığıdır yani her tepkisel kuvvette olduğu gibi onda da edimi kendisini yok etmeye varmıştır.ama yine de bunun anlamı nedir? Bir yandan bu kavramlara direnç gösterirken, bir yandan da bu fiksiyonel kavramların ortaya çıkardığı “iç-sıkıntısına” bir zemin, köken , topografya çatma isteğini nasıl değerlendirmek gerekir? Eğer bu bir oyun ise, yazar neden hala mutsuzdur, içi sıkılmaktadır. İş yine diyalektik denilen düşünce tarzında düğümlenmekte: diyalektik ”mutsuz bilincin” gelişimi ve kendisini tanımasıdır. İşte, burada yazar kendisini tanıyan mutsuz köledir. Peki, “biz” başka bir varoluş kipiyle düşünemez miyiz? Benim kavgam bununla...
Şu” iç sıkıntısı”, düşünceyi hegelden “düşmanı” kierkegaarda ve schopenhauer e ve hatta oradan varlık ve zamanın heideggerine değin katetmektedir.öyleyse, bunun ve dolayısyla da “özne”(yazar, insan, dasein ya da her ne derseniz) üzerinde düşünmek gerekmiyor mu..


Re: Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma ...

Yazının yazarı olarak sanırım burada birkaç noktaya açıklık getirmem gerekiyor. Bunlardan birincisi, en temelinde buradaki yazının bir terminoloji önermek ya da kurmak gibi bir gayesinin olmaması; bu bir eksiklik gibi görülebilir, doğrudur da; ama bu benim aynı bağlamda yazdığım bir dizi yazının "yazmak" üstüne kurgulanmış olanı. "Yazar"ın konumlandırılması meselesi ise biraz çelişik bir durum; şöyle izah edeyim: En başta varolan bir yazarlık kurumunu, ki bu bir yayınevi ilişkisi, edebiyat bilgisi, dil bilgisi, ilişkiler ağı gibi sosyal ve kültürel sermaye gibi ilk önemli edebiyat dışı unsuru kapsıyor; ki yazının içinde aslında "yazar" kavramı ile verilen mücadele biraz da "yazar"ın kendisini öykü ya da sadece "yazma" edimini sergilerkenki hali ile yürütülüyor. Nasıl ki, verili bir yazar etiği ve estetiğimdem bahsedemezsek, sadece metni ile kendini temsil eden bir yazarın imkansızlığı da burada devreye giriyor. Ben bunun için iki kıyas metni öneriyorum, bunlardan biri Foucault'un derlediği toparladığı ailesini katleden Pierre Riviere'nin harika bir gerilim hattı kuran hatıratı. Bu metin Foucault'nun derlemesinde nasıl tıp, hukuk, ceza sistemi ve eğitim arasında yarılmaları ortaya çıkarıyor. Ama bunun yanında öyle bi şey var ki, kişi olarak Pierre ve yazar olarak Pierre. İkinci metin ise Blanchot'nun yazınsal uzamı; Blanchot'nun tarifini çarpıtarak söylersem bu uzam dünya ile imgelem arasındaki o ince zarı meydana getiren yer, bu dünyanın içndeki öte bir dünya, öte dünyanın içindeki gündelik olan. Yani yazarın anlaşılmasının ne verili olanı içine alan sosyo-ekonomi-politik bir yazarlık etiği ve estetiği ile ne de bunlardan tamamen sıyrılmış bir ontoloji ile açıklanabileceğine inanıyorum; tam da bunların ortasındaki bir çarpışma alanından meydana geldiğini iddia edebilirim. Metnin hazzının postyapısalcıların iddia ettiği gibi yazarı metnin dışına koyan bir kültürel donanım çevreninden geçtiği iddiası bizi her şeyin mübah ama yine de her şeyin imkansız olduğu bir dünya tasvirine davet ediyor. O yüzden, metnin başında anlatısal bir öykü ve yazar tasviri sunmayı tercih ettim.

İç sıkıntısı meselesine gelince, aslında metinler toplamı, ki bu üçüncü metin, iç sıkıntısı, spleen üstüne bir anlatı çeşitlemeleri olması için yola çıkmıştı; ben Barış öykülerinde buna giden bir yol, bunu açıkça dile getirmese de etrafında dolanan izlekler olduğunu sezdiğim için merkeze iç sıkıntısını koydum. O yüzden burada iç sıkıntısı "yazar" kavramını ve "yazma" olayını anlamak için açımlayıcı bir kavram ya da iç sıkıntısının araştrılması bir yöntem olarak önerilmiyor; bilakis bir metni konu edinen başka bir metnin onu nasıl kendi içine, kendi derdine ve kendi retoriğine kurban ettiğinin uygulamlaı bir örneğini sunuyor.

Umarım metin hakkında bir nebze açıklayıcı olmuştur.


Re: Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma ...

sharcho dedi ki:
Metnin hazzının postyapısalcıların iddia ettiği gibi yazarı metnin dışına koyan bir kültürel donanım çevreninden geçtiği iddiası bizi her şeyin mübah ama yine de her şeyin imkansız olduğu bir dünya tasvirine davet ediyor

"post-yapısalcılığın" nasıl olup da yazarı metnin dışına koyduğunun iddia edilebileceğini anlayamadım.
"post-yapısalcılık" olsa olsa şunu söyleyebilir bu konuda:"mutlaka bir yazardan bahsedecekseniz ona ancak metinden ulaşabilirsiniz.yazar, metnin dışında değildir." buradan "her şey mübah", "ne söylesem gider"e geçiş yapmanın post-yapısalcılığı indirgemek, yanlış anlamak olduğunu düşünüyorum.
***
sharcho dedi ki:
İç sıkıntısı meselesine gelince, aslında metinler toplamı, ki bu üçüncü metin, iç sıkıntısı, spleen üstüne bir anlatı çeşitlemeleri olması için yola çıkmıştı; ben Barış öykülerinde buna giden bir yol, bunu açıkça dile getirmese de etrafında dolanan izlekler olduğunu sezdiğim için merkeze iç sıkıntısını koydum. O yüzden burada iç sıkıntısı "yazar" kavramını ve "yazma" olayını anlamak için açımlayıcı bir kavram ya da iç sıkıntısının araştrılması bir yöntem olarak önerilmiyor; bilakis bir metni konu edinen başka bir metnin onu nasıl kendi içine, kendi derdine ve kendi retoriğine kurban ettiğinin uygulamlaı bir örneğini sunuyor.

pıhtı'yı konu edinen bu metnin, pıhtıyı kendi retoriğine kurban ettiğini söylüyorsunuz.buna katılıyorum, ancak hem bir kurbandan söz ederken hem de zaten metinde buna dair izleklerin bulunduğunu söylemek "kurban etme" ve de metnin pıhtıyı kurban etttiğinin bilincinde olduğu iddialarını sarsıyor. çünkü bu durumda yapılan, belki de yazarın(barışın) bile farkında olmadığı ancak "sizin" sezebildiğiniz izleklerin ortaya çıkarılmasına dönüşüyor. bu yazının kullandığı terminolojik mantığın -ki bu terminolojik yapılanmayı kullanmak için yazarın onu bilinçli olarak çatma amacı gütmesine gerek olduğu söylenemez, bu daha çok metafizik bir oldu bitti olarak gerçekleşiyor, yani gramer ve sentaksın kullanımı süresince- sonucu.
yazıdan devam etmeye çalışayım: yazıda, "dünya"/ "imgelem", "içgüdü"/"bilgi", "doğal"/"kültürel" gibi kavram çiftlerinin kesişiminde ya da çatışkısında tahayyül edilen gerçek'in (ya da öznenin,yazarın), bir kökensel ters çevirme ile ortaya çıktığını söylemek istiyorum. işte tam da bu kökensel metafiziki ters çevirme yüzünden iç-sıkıntısı düşüncenin merkezine oturuyor. aslında, iç-sıkıntısı, kurgusal olan kavramsal "çiftin" unsurları arasındaki "uzlaşmazlığa" dairdir.yani; tümel/tekil, nesne/özne gibi çiftlerin ve çiftlerin unsurlarının arasındaki meşru ilişkinin nasıl çatılabileceğine dair sorunsalla ilgilidir. meşru ilişkinin çatılamayacağını gören "özne(yazar)" kendi durumunu bir iç-sıkıntısı şeklinde kavrayacaktır ama iç-sıkıntısının nereden kayaklandığına dair bir fikir yürütememektedir.çünkü düşünmeye başladığında yeniden bu kavramsal çiftlere başvurmaktadır. eğer kavramları karşıtlaştırıp çatışkısından da bir "özne" doğurursanız, özneniz bu kurgusal karşıtlığın unsurlarındaki kararlılık ve kendindelik fantazilerine kapılarak iç-sıkıntısı "pathosunu" "düşüncesinin" ve "edimlerinin" merkezine yerleştirecektir. bunu kendindelik diye bir şeyin imkansızlığını pek iyi bildiği halde bile yapmaya devam eder (bu durumu bir insani varoluş kipi olarak kavrıyorum), çünkü bunun ötesinde bir düşünce tasavvuru geliştirememektedir.
yine yazıdan devam edeceğim : evet, "deneyim(yaşanmışlık)" hiç bir "kavram" tarafından karşılanamaz denilebilir.ama bunu derken de süreci ters çevirmiş oluruz. "deneyim" de "kavram" da sürecin sonunda uydurulan fiksiyonlardır. onlar her şey olup bittikten sonra gerçekleşen tercüme işlemleridirler. "doğa olmayanın kültür olduğuna" dair kavrayış da aynı metafizik düşünceyi tekrarlamaktadır. kültürden bağımsız, kültürün dışında bir doğanın mümkün olduğunu nasıl söyleyebilirsiniz. ancak sonuçları("doğa" ve "kültür" gibi sonuçları) bir sebepmiş gibi kavrayarak ve bu fiksiyonel sebeplerden de bir yeni bir sonuç türeterek. biz bu fiksiyonlar arasındaki çatışkılardan bir gerçek/özne/yazar türettiğimizde hala hiçbir şey gerçekleşmiş sayılmaz, çünkü her şey daha işin başında tepe taklak edilmiş yani tercüme ile derdest edilmiş, karşıtlıklara indirgenmiş durumdadır. işte, tam da bunun için yazar diyalektik anlamda gelişmiş, yani kendisini tanımış ("öz-bilince" erişmiş)bir mutsuz bilinç olarak ortaya çıkmaktadır. adeta, iç-sıkıntısı onun entelektüel etkinliğinin bir motoru haline gelmiştir.


Re: Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma ...

sharcho dedi ki:
İç sıkıntısı meselesine gelince, aslında metinler toplamı, ki bu üçüncü metin, iç sıkıntısı, spleen üstüne bir anlatı çeşitlemeleri olması için yola çıkmıştı;(...)O yüzden burada iç sıkıntısı "yazar" kavramını ve "yazma" olayını anlamak için açımlayıcı bir kavram ya da iç sıkıntısının araştrılması bir yöntem olarak önerilmiyor

zaten ben de iç-sıkıntısı kavramını barış'ın ikinci mesajından sonra da görüldüğü üzere -bu serinin diğer yazılarını okumamış olmama rağmen bir öngörü ile- yazarla sınırlamaktan kaçınmış, onu ayrıca bir "özne" ve "insan" problematiği olarak ele almaya çalışmıştım.


Re: Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma ...

çözümlemenize büyük oranda katılmama karşın, yazar ve yazma mefhumu ile ilgili birkaç bir şey söyleyebilirim sanırım. öncelikle, "post-yapısalcılığın" yazarı metnin dışında konumlandırdığını iddia etmiyorum; bilakis yazara sadece metnin karşıtlıkları/kutupları içerisinde yer alan bir gösteren konumu atfettiği için, anlamlar dünyasındaki maddi ayrımların gözden kaçırılmasına olanak verebildiğini söylemye çalışıyorum. okur-yazar; canlı kanlı yazar ve kişinin kendi temsilindeki yazar-olarak-kendi; yazar-metin; metin ve metinle temsil edilen yazar gibi uzatılabilecek bir listedeki karşıtlıklarda kültürel biçimlenmelerin ürettiği bağlamsal dizgeleri gözden kaçırmanın/görmezden gelmenin bizi tam da bu yüzden her şeyin mümkün ve "her şeyin gider" değil, her şeyin imkansız olduğu bir alana savurduğunu söylüyorum.

iç sıkıntısı mefhumu aslında belirttiğim gibi bir dizinin teması olduğu için -amacı yazarın sıkıntısına ait bir topografya ortaya sermek değil, iç sıkıntısının bir kesitine dair bir topografya oluşturmak- bu kadar öne çıkan bir kavram oldu; aslında pıhtı'da bu sıkıntıya yapılan vurgu sadece benim sezdiğim bir şey değil, metinlerin kendisinde de çok derin bir okumaya gerek olmadan kendini ele veren bir izlek; ama beni etkileyen ve bunun üstüne başka bir metin kaleme almaya, o metni eksene koymuş gibi yapıp o metnin üstüne kapanan diyelim bir metin kaleme almaya iten şey de bu iç sıkıntısı kavramının bu iş için oldukça elverişli olması oldu; burada elbette derdim, metnin niyeti diyelim mitleştirilmiş bir yazar sıkıntısını ısıtıp yeniden sunmak değil, daha çok barış'ın, burada onu yazar olarak niteleyebilir miyiz emin değilim, yazar olarak kurduğu yazar karakterlerinin sıkıntısını yani temsil edilenin temsilinin gibi bir döngüde bu sıkıntı mefhumunun nasıl işlediğini eşelemekti. oradaki en çarpıcı örneklerden biri de artık yazarı aradan çıkaran upuzun bir kültür tarihiyle yüklenmiş bir kamanın yerleştirilmiş olması; yazarın kendine yazar olmayı seçmekle, yazar olarak neyi seçeceğnine karar vermek,karar vermekle birleştirmek, birleştirmekle bozmak aralarında bir ödev biçtiği ama en sonunda zaten o kamanın yüklü tarihinin ortaya serildiği bir üstünde bir kama fotoğrafı olan bir sayfayla başbaşa kalması. bu sıkıntı mıdır, ya da yazarın mutsuz bir bilinç olarak ortaya çıkması mıdır, açıkçası emin değilim.

ama kültür mefhumuna gelince, elbette, orada sunulan bir kurgudan ibaret olan bir karşıtlıktır ama bu metni okuyanın açıkçası ben yazarının doğa/kültür ikileminde saf bir doğa tahayyülü kuruyor olabileceğini düşüneceğini sanmam; ki oradaki "bakış"ın eagleton'dan atıfla aşırı bir şekilde kültüre batmış, kültürlenmiş bir bakış olduğunu öne çıkarıyor. karşıtlık öne sürmek değil, tam da sizin dediğiniz gibi, bu karşıtlık söyleminin içinden geçen bir okuma olduğunu düşünüyorum.

ve sizin okumanızda bu metnin yazarının temsilinde gözden kaçan gündelik hayat göndermeleri; ki bu bir ofiste olduğu açıkça belli olan yazarın ayna metaforu çerçevesinde kurgulandığı yer, yazar mitinin de, kendi kendini ören yazar-iç sıkıntısı anlatısının da çözülmeye başladığı yer bana göre.

ayrıca, yazdıklarınızdan metnin niyetinden ziyade, metnin erekliliğine vurgu yaptığınız sonucunu çıkarıyorum ki, hatalı da olabilirim, metnin ereğinin başka bir metin ortaya çıkartmak dışında işleyebileceğini sanmıyorum. ama metinden türeyen metin, temsilden türeyen temsil sadece karşıtları çözümleme değil, yeni anlatılar kurma ve bu anlatıların içinde diğer anlatıları alırken kendini de çözebilme olanağı da taşıyor. ki bir anlamda burada da bu ikili yeniden üretim dışında bir şey icra ettiğimizi söyleyemem.


Re: Bir İç Sıkıntısı Kesiti İçin Topografya Oluşturma ...

sharcho dedi ki:
etnin hazzının postyapısalcıların iddia ettiği gibi yazarı metnin dışına koyan bir kültürel donanım çevreninden geçtiği iddiası bizi her şeyin mübah ama yine de her şeyin imkansız olduğu bir dünya tasvirine davet ediyor.

öncelikle ; "her şey gider" ile "her şey imkansızı" birbirinin yerine kullanılabilecek bir bağlamda almıştınız.(onun için ben bunlardan sadece "her şey gider"i alıntılamıştım.) "her şey gider"se ayrımlar ortadan kalkar, bunun için de "her şey imkansız olur" diye düşündünüz. yani, ikisi aynı şey.

iç sıkıntısı meselesine dair yeterince yazdımı düşünüyorum.

kültür/doğa meselesinde haklı olabilirsiniz.

sharcho dedi ki:

ve sizin okumanızda bu metnin yazarının temsilinde gözden kaçan gündelik hayat göndermeleri; ki bu bir ofiste olduğu açıkça belli olan yazarın ayna metaforu çerçevesinde kurgulandığı yer, yazar mitinin de, kendi kendini ören yazar-iç sıkıntısı anlatısının da çözülmeye başladığı yer bana göre.

gelmek istediğim yer burasıydı. iç-sıkıntısı bir varoluş kipidir ve olası tek varoluş kipi olduğu söylenemez. onun için şu kısmı yazmıştım :

oktay dedi ki:
özneniz bu kurgusal karşıtlığın unsurlarındaki kararlılık ve kendindelik fantazilerine kapılarak iç-sıkıntısı "pathosunu" "düşüncesinin" ve "edimlerinin" merkezine yerleştirecektir. bunu kendindelik diye bir şeyin imkansızlığını pek iyi bildiği halde bile yapmaya devam eder

yapmaya çalıştığım, iç-sıkıntısının neden bu denli önemli bir tema olarak ortaya çıktığının dökümüne ilişkindir.ilk mesajımdan başlayarak hem metinden tarafa olup hem de ona karşı sakınımlı davranmamın sebebi iç-sıkıntısının çözülmeye başladığı yerler ile ortaya çıkarıldığı yerlerin aynı yerler olmasındandır. bu noktalarda "terminolojik" problemleri ele almaya çalıştım.

sharcho dedi ki:
ayrıca, yazdıklarınızdan metnin niyetinden ziyade, metnin erekliliğine vurgu yaptığınız sonucunu çıkarıyorum ki, hatalı da olabilirim, metnin ereğinin başka bir metin ortaya çıkartmak dışında işleyebileceğini sanmıyorum. ama metinden türeyen metin, temsilden türeyen temsil sadece karşıtları çözümleme değil, yeni anlatılar kurma ve bu anlatıların içinde diğer anlatıları alırken kendini de çözebilme olanağı da taşıyor. ki bir anlamda burada da bu ikili yeniden üretim dışında bir şey icra ettiğimizi söyleyemem.

en sevdiğim paragrafınız olan son paragrafınız ile ilk paragrafınızı birleştirerek, post-yapısalcılık meselesine değineceğim.koyulaştırdığım ifadenizi, "post-yapısalcılık" çekincesiz benimser.işte tam da bunun için bir metin "kendi içine" kapatılamaz, dolayısıyla metnin içindeki yazar da "salt o metnin içinde" değildir."bir metnin içindekiler", "diğer metinlere" saçılırlar. anlamlar dünyasındaki maddi ayrımlar" adı üstünde, anlamlar dünyasındadırlar,yani metnin içinde üreyen ayrımlardır. bu durumda, post-yapısalcılığın değil bu ayrımları görmezden gelmek, aksine kendi tarzında bu ayrımlardan başka bir şey ile uğraşmadığı söylenebilir.