UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Betim Atölyesi

04 Mar 2009
Egemen

Beş duyuya ait betimlemeleri zenginleştirme, metaforlar oluşturma çalışması.

Bir mekân seçilir; beş duyuya uygun zengin verilerin olacağı bir mekan olması önerilir. Örnek: Tiyatro, zengin bir otel mutfağı....

İsterseniz sadece burnunuzu isterseniz gözünüzü isterseniz kulaklarınızı vs. isterseniz hepsini birden takip ederek bir metin yazılır olabildiğince betimlemelere dayalı...

Örnek:

""
Kırmızı kadife perde, yer yer ipleri çıkışmış ve toz içinde olmasına rağmen 3 metrelik boyuyla hala ihtişamlı günlerini anar gibiydi sahnenin, ellerim bir yaşlının derisi gibi pul pul atmış yumuşacık yüzeyini okşadı. İzleyicilerin sıkış tepiş fısır fısır olduğu fuayede buram buram parfüm kokuları görünmez bir bulut olmuş boğazımı sıkıyordu nefes alamıyordum önümdeki püsküllü, tüylü kokoşları ittire ittire tuvaletin ferah deterjan kokusuna kendimi zor attım.

Kategori:

Re: Betim Atölyesi

Betimle atölyesinden de güzel üretimler çıkacağına eminim. Sabırsızlıkla bekliyorum yazılacakları. Alkış
"Ne bekliyorsun, sen de bir iki satır karalasana" diyenleri duyar gibiyim. Utangaç


Re: Betim Atölyesi

Şu anda sesim gelmiş olmalı. Geldi mi?


Re: Betim Atölyesi

""
Şu anda sesim gelmiş olmalı. Geldi mi?
:roll:


Re: Betim Atölyesi

Kırmızı kadife perde, yer yer ipleri çıkışmış ve toz içinde olmasına rağmen 3 metrelik boyuyla hala ihtişamlı günlerini anar gibiydi sahnenin, ellerim bir yaşlının derisi gibi pul pul atmış yumuşacık yüzeyini okşadı. İzleyicilerin sıkış tepiş fısır fısır olduğu fuayede buram buram parfüm kokuları görünmez bir bulut olmuş boğazımı sıkıyordu nefes alamıyordum önümdeki püsküllü, tüylü kokoşları ittire ittire tuvaletin ferah deterjan kokusuna kendimi zor attım. Bembeyaz mermerin soğuk yüzüne başımı yasladım, bir süre kollarımın gölgesinde, tenime geçen serinlikle, midemi sakinleştirmeyi denedim. Çeşmenin kaldırılacak ya da çevrilecek bir kulbu yoktu.Ben aval aval bakınırken, aynadan bana gülümseyen, kuyruklu mosmor ışıltılarla çevrili bir çift göz gördüm, kırmızı boyalı geyşa dudaklarını büzüştürerek, sözcükleri harcamaktan korkarcasına kısık bir sesle ama alaycı bir kıkırdamayı da gizlemeyerek "Sensörlü" dedi. Ellerimi tam altına getirince, içinde bir sürü gözyaşı tutmuş, dokunduğunda ağlayan kadınlar gibi foşladı çeşme. Sıcak su ellerimi gafil avlamıştı kıpkırmızı oldu teni, hızla çektim ellerimi. Kadının kıkırdaması direkt kahkahaya dönüştü. Sinirle çarparak kapıyı çıktım. Tahta kapı taklayarak kapandı ardımdan kırmızı dudaklı yavşak kahkahalı surata. Tekrar kendimi koku denizinin ortasında buldum, gözlerim kapalı kulaç ata ata kapıya yanaştım, nefes alacak bir delik, temiz hava alacak bir pencere arandım. Kabarık saçlı süslü bir sürü kadın ve takım kıyafetli bir sürü adam arasında sıkışıp kalmıştım. İnsanlar tiyatroya gitmek için bayramlıklarını mı giyerler ki. Herkes bir eleştirmen edasında yüzlerinde ekşi buruşukluklarla konuşuyor, sahnedeki oyuncuları grotesk oyunculuk akımından gelir gibi abartarak taklit ediyorlardı. Tekrar koltuğuma dönmeye karar verdim, duvara tutuna tutuna ilerledim. Yaşlı kadın teni gibi yer yer kahverengi lekeli ve sarıya çalan kirli beyaz yağlı boyalı duvar, zamanın aşındırması ve yağlı insan derisinin temasıyla iyice parlaklaşmıştı. Merdivenlere gelince duraksadım kırmızı halıdaki ayak izlerine takıldı gözüm, çamurlu ayaklarıyla 4. Sıraya dek ilerleyen pasaklıyı tesbit etmek için yüzlere baktım. Sıralarına gömülenler, oyundan daha çok yanındaki sevgilisiyle alakadar olanlar, süslü saçları bozulmasın diye arkasına yaslanmadan baston yutmuş gibi oturanlar arasında, ezik büzük duran üstü başı dökülen gri ceketli adamı mimledim. O olmalıydı, ayakkabılarını görmek için sıranın başında durup baktım, kimi ayaklarını kavuşturup arkaya kıvırmış kimi iyice ileri yaymıştı, sıranın ortasındaki gri ceketli adamın ayakkabılarını göremesem de kendimce emindim çamurlu ayakların ona ait olduğuna.
Sahnenin sağ tarafındaki kırmızı kapıda ışık yandı, uzaktan mekanik ama çok net duyulan anons beni gafil avlayıp zıplattı."Mobil telefonlarınızı kapatın, iyi seyirler" ded bir sultan edasıyla.Buyurgan tınısı direkt yerime oturttu beni de. Koltuğa gömüldüm, önümdeki kadının horoz ibiği saçları görüş alanımın yarısını kapladığından tekrar dik oturdum. En sonunda dayanamadım kadının omzuna sertçe dokundum.


Re: Betim Atölyesi

""
kuyruklu mosmor ışıltılarla çevrili bir çift göz gördüm, kırmızı boyalı geyşa dudaklarını büzüştürerek, sözcükleri harcamaktan korkarcasına kısık bir sesle ama alaycı bir kıkırdamayı da gizlemeyerek "Sensörlü" dedi.
ve
""
Herkes bir eleştirmen edasında yüzlerinde ekşi buruşukluklarla konuşuyor, ...
Genel olarak güzel olmuş; ama özellikle alıntıları çok güzel buldum.
Egemen'e iki sorum olacak:
""
İzleyicilerin sıkış tepiş fısır fısır olduğu fuayede buram buram parfüm kokuları...
altı çizili olan ifadeyi hiç duymadım, kullanım doğru mudur?

"...çevrilecek bir kulbu yoktu." Burayı anlamadım.

Ayrıca Egemen arkadaşımız bu örnekleri artırırsa, konuyu daha iyi anlayacağım. Laughing out loud


Re: Betim Atölyesi

sıkış tepiş kullanılır, manası iyice birbirine girmiş sıkıştığın ruhuna darlıklar getiren tepişecek yer bırakmayan bir kalabalıktır. Fısır fısır konuşmaktan aktarma yaptım diğerleri de betimleme uyduruklarım sınırlarımı zorlamaya çalışıyorum. Yeni tanımlar yeni betimler bulmak adına ... kaymaklı ekmek kadayıfı tarifi gibi olan beğenilerinizi aldım sabah kahvemle tadını çıkarıyorum efendim. Kulbu - sapı kaldırılacak bir tutacağı yok manasında ...
örnekler gelecektir... ama sizin de eliniz armut toplamasın canım Laughing out loud


Re: Betim Atölyesi

Neredeyse çivit mavisi bir tadı vardı. Çayda dolanan kaşık şıkırtısı gibi, hınzır bir arkadaşın kulak memenize hafif bir fıske atması gibi, göze kaçan kirpik gibiydi. Tuzlu, acıya yakın.


Re: Betim Atölyesi

Sevgili Egemen'in betimlemelerle bezeli metnini okudum. Belli bir konusu ve zamanı olan ancak öykünün kendini tamamlayabilmesi için kapatılması gereken bazı halkaları bulunan bir metin bu. Kullanılan öğeler ve tasvirler hedeflendiği gibi insanın beş duyusunu da harekete geçiriyor.

""
Sıcak su ellerimi gafil avlamıştı kıpkırmızı oldu teni, hızla çektim ellerimi.

""
....uzaktan mekanik ama çok net duyulan anons beni gafil avlayıp zıplattı.

Bu iki yerde tekrarlanan "gafil"lerden biri atılırsa,

""
ellerim bir yaşlının derisi gibi pul pul atmış yumuşacık yüzeyini okşadı.

""
Yaşlı kadın teni gibi yer yer kahverengi lekeli ve sarıya çalan kirli beyaz yağlı boyalı duvar, zamanın aşındırması ve yağlı insan derisinin temasıyla iyice parlaklaşmıştı.

Yaşlı benzetmelerinden biri kaldırılırsa,

ve de

""
Merdivenlere gelince duraksadım kırmızı halıdaki ayak izlerine takıldı gözüm, çamurlu ayaklarıyla 4. Sıraya dek ilerleyen pasaklıyı tesbit etmek için yüzlere baktım.

yerlerdeki çamurun sorumlusunu neden bu denli merak ettiğini sezer gibiyim ama yine de bu adamın kim olduğunu öğrendiğinde civarda ki kokoşlarla bu adam arasındaki tezatlığın kendiğisi için ne anlam ifade ettiğini dillendirip çemberi tamamlasa tadından yenmez bir öykü olacak.

Ellerine sağlık Egemen. Flowers


Re: Betim Atölyesi

""
“Kahvaltı yap” diye seslendi sile sile cilası dökülmüş tahta kapı kapanırken. Henüz yataktan çıkamamış Aysel kapının tok sesinden Bülent’in çıktığını anladı. En azından balkondan el sallayayım diye aklından geçirerek şöyle bir toparlanıp kalkacak gibi oldu ancak sıcacık yataktan ayaklarını çıkarır çıkarmaz buz gibi soğuk içini ürpertti. Ayaklarını mor çiçekli nevresimin örttüğü yatağın içine doğru çekiverdi. Sıcacıktı yatağın içi. Tekrar uyumayı denedi ancak saatin yelkovanından çıkan hamamböceğinin tahta üzerinde yürürken çıkardığı o ürpertici sesi anımsatan sinsi ses uyumasına engel oldu. Hafifçe doğruldu yatağın içinde. Simsiyah ve dümdüz saçlarını iki eliyle şöyle bir araya getirip duvara dayadı başını. Su yeşili gözlerini karşı duvardaki Klee tablosuna dikip yanıbaşındaki konsolun üzerindeki sigara paketine uzandı. Parmaklarıyla bir iki yoklayarak çakmağını ve sigarasını buldu. Turuncu, sarı ve yeşilin tonlarından oluşan tablodan gözünü ayırmadan yaktı sigarasını. Önce çakmak taşından çıkan kokuyu sonra sigaanın odaya yayılan kokusunu içine çekti. Hala gözleri tablonun üzerindeydi. Bu tablo onda yolculuk etme isteği uyandırıyordu. Telefonun nerede olduğunu anlamak için oda içinde gezdirdi bakışlarını “Bülent, canım benim, yine aç gitti işe”


Re: Betim Atölyesi

Nurten öneriler için teşekkürler en azından biri tepki verdi Crying
öykü olarak kurmadım ama eninde sonunda bir öyküye dayandı sanırım bu yüzden kapatmayı düşünmedim halkayı demlenmeye bırakalım bakalım. Bahsettiğin yerler tekrardan dolayı dikkat çekiyor ona da el atacağım.


Re: Betim Atölyesi

"En azından balkondan el sallayayım diye aklından geçirerek şöyle bir toparlanıp kalkacak gibi oldu ancak sıcacık yataktan ayaklarını çıkarır çıkarmaz buz gibi soğuk içini ürpertti. Ayaklarını mor çiçekli nevresimin örttüğü yatağın içine doğru çekiverdi. Sıcacıktı yatağın içi. Tekrar uyumayı denedi ancak saatin yelkovanından çıkan hamamböceğinin tahta üzerinde yürürken çıkardığı o ürpertici sesi anımsatan sinsi ses uyumasına engel oldu. "
Sevgili Nurten,
Kesinle daha fazla yazmalısın.
Alkış Alkış
Sabahları benim halimi öyle güzel tarif etmişsin ki hele o çarşaflar, rahatlatıcı vanilya lavantalı yumuşatıcı kokuyorlarsa. Hele dışarı çıkan kolun üşüyor ve içine girince yorganın, kendine geliveriyorsa o sıcaklıkla gülümsüyorsa organların, geceleri yanmayan merkezi sistem ısıtma petekleri sabah tam eşin evden çıkarken inadına sıcacık dolandırıyorsa odada soluğunu tüm gece donan bedenin de mayışıverir o yataktan çıkmak imkansızlaşır. Sigara içmeyen bir insan olarak da sinematografik olmuş anlatımın =)) ellerine sağlık bakalım başka betimleyecek olan var mı?
Yok mu şöyle yağmurlu bir günde sırılsıklam oluşunu anlatacak yada kurban bayramında mezbahanede bir bıçak olacak ya da karda donmak üzere olan bir adamın iç sesi olacak muhsin yazıcıoğlunu anarak Crying


Re: Betim Atölyesi

""
Sevgili Nurten,
Kesinle daha fazla yazmalısın.

Bu öneri;
"ne biçim yazmışsın, sık sık yaz ki yazdıkların bir şeye benzesin" demek mi? Crying
yoksa,
"neden sık yazmıyorsun, bizleri mahrum bırakıyorsun bu güzellikten" demek mi? Utangaç


Re: Betim Atölyesi

nurten aksakal dedi ki:
""

Egemen:
Sevgili Nurten,
Kesinle daha fazla yazmalısın.

Bu öneri;
"ne biçim yazmışsın, sık sık yaz ki yazdıkların bir şeye benzesin" demek mi? Crying
yoksa,
"neden sık yazmıyorsun, bizleri mahrum bırakıyorsun bu güzellikten" demek mi? Utangaç


Saınırım ikincisi, zira ben de öyle düşünüyorum.


Re: Betim Atölyesi

""
Yarı karanlıkta, merdivenlerde, adımlarımı yukardan yukardan atıyorum, ummadığım anda yere dokunuyor ayağım, adımlarım yarım kalıyormuş gibi oluyor her yere değdiğinde. Böylece abartılı bir iniş ortaya çıkıyor.Hafif tok; ama daha çok gıcırtılı, sallantılı bir ses, yaylanıyormuşum hissi veriyor; belki de gerçekten yaylanıyorum. Bu duygu hoşuma gidiyor; daha girerken yaylandığıma göre eğlenceli bir komedi izleyeceğim. Yoksa burnum ve kulaklarım dolu olduğundan mı bu hissi yaşıyorum, bilmiyorum. Derin bir uğultu geliyor salondan. Her adımımda ince, parlak ışık huzmeleri biraz daha toza bulanıyor. Burnum kaşınıyor. Toz, sıcak. Hapşırıyorum. Ağzımda balgam ve demir tadı. Kafam kocaman. Sahnede kocaman burunlu kıpkırmızı bir adam.


Re: Betim Atölyesi

Gözleri yumuk, uykusunda mırıldanıyor, sonra başı kayıyor kolumdan.O zaman uyanır gibi olup tekrar, gömleğimin iyice ıslattığı kıvrımına yapışıp, başlıyor mocck mocck sesleriyle emmeye. Kıpırdamıyorum, uyanmasın diye. Burnuma, iyi temizleyemediği kakasının keskin kokusu çalınıyor dönenirken poposunu dayayınca. Tırnakları keskin, dişleri de...Gömleğin altında kolum tırmık izleriyle kırmızı beyazlı bir halı, pütür pütür diliyle özür diler gibi yalıyor tırmık içinde bıraktığı haritalaşmış ellerimi. Esniyor, küçük pembe dili sallanıyor dudaklarından. Eğer ciğer yediyse nefesi kokuyor, inadına yüzüme hohluyor o zaman ya da beni öpeceği tutuyor. Oysa banyo sonrası misyumağı halindeyken köşe bucak kaçıyor benden koklatmıyor. Belki de yıkanmaktan nefret edip zorla yıkayana sinir olduğundan bir süre küs kalıyoruz. İyice kuruduğunda tüy topu halinde ordan oraya koşup tırmanmaya başlıyor. Masaya çıktığında sesim yükseliyor anlamamış gibi saf saf bakıyor. Sonra bet sesiyle uzun uzun miyavlıor "ne var yaaaaaaaaaaa , yedik mi masanı beeeee" diyor. Yaklaşmaya kalkarsan bağırdın bananın intikamı, küskün bir patiyi burnuna yemeyi göze almalısın.Kendi gölgesiyle boğuşurken duvarlara çarpa çarpa ilerliyor. Eğer sessizlik çökmüşse ya pestili çıkmış vaziyette yuvasında uyuyordur elektrikli sobaya karşı, ya da mutlaka bir yere saklanmış yaramazlık yapıyordur. Eşim gelip kapının kuşlu zilini çalana dek ara ara sataşarak, sevişerek güneşi batırıyoruz. Sonra gün boyunca hiç yemek yememiş gibi şımarmalar beni şikayet etmeler uzun bir miyavlama seansı halinde aktarılıyor evin erkeğine.Kucağında oturduğunda onu mıncıklayamayacağımdan gayet emin arada bir dönüp suratıma bakıyor sonra anlatmaya devam ediyor başını eşimin yüzüne dayayıp "bu senin karın olcak kadın var yaaaaaaaaaaaaaaaaa" diyor; yaşlı, kapı önünde çekirdek çitleyen kadınlar gibi ballandıra ballandıra dedikodumu yapıyor.


Re: Betim Atölyesi

"en güzel örnekleri yaşar kemal in bir ada hikayesi nde bulunur. öyle ki, gözünü kapayınca o adada bulursun kendini"
Kaynak: http://www.itusozluk.com/goster.php/betimleme
Demişler bu öykü elinde olan var mı , varsa yükler mi atölyeye el atar mı????

Elif abla betimler mi, Cihan la Abdullah neden uğramaz gibi sorularım var elbet Crazy


Re: Betim Atölyesi

"hınzır bir arkadaşın kulak memenize hafif bir fıske atması gibi" Barış yerimden zıpladım kulağım acıdı süpeyy... Cheers


Re: Betim Atölyesi

Romanları girişlerine göre incelemiş bir arkadaşın sitesi
http://edebiyatcesnisi.blogcu.com/romanlarin-ilk-paragraflari-uzerine-incelemeler_23164791.html
Burdan kafa açıcı olur diye betimleme girişlilere bir iki örnek apartıyorum:

"GÜNAHA SON ÇAĞRI[7]

Serin, tanrısal bir esinti sardı benliğimi…

Yukarda, çiçek çiçek açan gökler, sayısız yıldız kümeleri meydana getirmişti; aşağıda, yeryüzünde, günün sıcağıyla hâlâ yanmakta olan taşlardan buhar çıkıyordu. Gök ve yer durgundu, tatlıydı, sessizlikten daha sessiz, tâ ilkten var olan o gece seslerinin derin sessizliğiyle örtülüydü.

DORIAN GRAY’İN PORTRESİ[8]

Hafif yaz rüzgârı bahçedeki ağaçların yanından geçerek odanın içine dolarken, onun dışarıdan taşıdığı leylak kokuları stüdyodaki güllerin kokusuyla karışıyordu.

KİMSECİK[9]

Silme bir ay ışığı köyün koyağını ağzına kadar doldurmuştu. Salman taş avlunun köşesinde kıpırtısız duruyor, duyulur duyulmaz bir türkü mırıldanıyordu, bir hoş bir eski zaman türküsü… Çocuklar gene pıslanpıtır oynamaya çıkmışlardı. Pıslanpatır bir tür saklambaç oyunuydu ve geceleri ay ışığında oynanırdı. Köyün pıslanpatıra çıkmış çocukları ikiye ayrılır, bir bölüğü en olmayacak yerlerine saklanırlar, öteki bölüğü de onları ararlardı." Flowers


Re: Betim Atölyesi

""
Pıslanpıtır! Daha önce hiç duymamıştım. Kimse bir şey söylemese de çocukla ilişkili bir sözcük olduğunu tahmin ederdim. "Pıs" daha çok sessizliği, sinmeyi, gizlenmeyi yani, çağrıştırırken, "pıtır" tam tersi şeyler çağrıştırıyor: Hareket, ses... Pıtırtı ve pısma, daha doğrusu pısma ile pıtırtı. İkisi birleşince de tam pıslanpıtır olmuş! Bu sözcüğü çocuklar söylemiş olmalı ilk, çok kendini anlatan bir sözcük olmuş çünkü. Oyunun doğasını, sık değişen hareket dünyasını kısacık betimliyor "pıslanpıtır".


Re: Betim Atölyesi

Nurten pıslanpıtırdım Laughing out loud Sobe


Re: Betim Atölyesi

Shock Confused Huh! Biiir ikiiiiiiiii üüüüüüç...


Re: Betim Atölyesi

""
Güzleri gün akşama döndüğünde Balkan göğü kana boyanıyor, bulutların etekleri tutuşuyor ve göğü saran yangın kapı önlerinde süpürge bağlayan kadınların yüzüne kızıl gölgeler halinde düşüyor. Keman, darbuka, gırnata sesleri, kapatıldıkları yerden kaçmış çocuklar gibi ansızın ortaya çıkıveriyor. İncecik duman, yanık tahta kokusu teneke damlı evleri kucaklıyor, Roman gaydası başladığında yaşlılar unutulmuş töreleri yansılarcasına ateşin başına çömeliyor.
Çingene, böyle anlarda bütün dünyayı içinde –tam şuracığında– hissediyor. Tahta arabaların üstündeki rengârenk boyaların anlattığı masallar, hep esrarlı işlerin çevrildiği kabak tarlası, evlerin önünde tetik duran siyahlı beyazlı köpekler, çocukları sebepsizce kovalayan kazlar, tanıdığı, tanımadığı insanların sesleri; sanki bir bohçaya sığıverip içine saklanıyor.
Baharda, yoncalarla ebegümeçlerinin arasına gizlenmiş körpe kuzukulaklarını ararken de oluyor bu. İsmini bilmediği mor çiçekler, kadınların gözlerini parlatan otlar ve kedidilleri hışırdadığında...
Karaağaçların gölgesindeki nehrin kenarına oturuyor, görmüş geçirmiş gümüş suyu avuçlarına alıyor; zaman damla damla akıyor ellerinden... Hiçbir yerde birikmeden, bir tenekecikte bile toplanamadan akıyor...
Bu duygunun ne kadar olağandışı olduğunu bildiği için ürküyor. Oysa kocakarının dediği gibi; insanlar için ne daha fazlası var, ne de daha ötesi; ölenlerin bedenlerinde yeniden dirildiği eski Çingenelerin soyu tükendiğinden beri, bir kuru dünyadan başka bir şey yok...
Yaşlı kadının dudağından eksik olmayan sigaranın kokusunu, o yanındaymış gibi ciğerinde hissediyor. Kocakarının kupkuru, sıska bedeni öksürürken rüzgâra kapılmışçasına titriyor. Bahçedeki kara kazanda mısır kaynatırken ağzından çıkan sözler, kurnazlıkta ve maharette adeta elleriyle yarışıyor: "Ateşi diri tutmak kadına düşer kızanım..."

Bir kız varmış, çok güzelmiş, çok isteyeni varmış kızın. Annesi onu çok seven, çok yakışıklı bir gence vermiş. Kızın bir çeyizi varmış; na şurdan şuraya... Düğünleri çok güzel olmuş. Aradan kısa bir zaman geçmiş. Artık kocası akşamları eve geldiğinde kızın yüzüne bile bakmıyormuş, arkasını dönüp yatıyormuş; kızancık çok üzülüyormuş. Her gün süslenip bekliyormuş kocasını, kulağının arkasına güller takıyormuş, gözlerine sürmeler çekiyormuş, karanfilleri ezip sürünüyormuş, bir esvabı bırakıp birini giyiyormuş. Akşamları en güzel, en alıcı haliyle karşılıyormuş erkeğini, koynuna girsin diye diller döküyormuş...

Yamacına kızlar, karnı burnunda genç gelinler toplandığında kocakarı hep aynı hikâyeyi anlatıyor. Ne kadar sık anlatılsa da eskimeyen, her seferinde aynı merakla dinlenen öykü, hep aynı yerde bitiyor; annesiyle gündöndü çitleyen kadınların esrarlı gülüşmeleri arasında...
Çingene eskimeyen, anlatıldıkça daha çok merak edilen şeyin dile getirilmeyen olduğunu biliyor. Öykü, tam bittiği yerde, söylenmeyenin o büyülü zamanında devam ediyor.
Geçip gitme vakti gelene kadar önünde usanmadan beklediği işte bu kapı eşiği; kendisinin her seferinde ötesinde kaldığı, daha büyük kızların, kadınların bilmiş, kıyasçı, havalı gülüşleriyle kolayca aşıverdiği...
Camları titreten rüzgârın sesine kulak kabartıyor; evin hemen yanındaki ceviz ağacının yaprakları, sıralarını beklermiş gibi tek tek düşüyor. Kapağı tam kapanmayan teneke sobadan kurtuluveren alev, yaşlı kadının seyrek, kıpkırmızı saçlarını, buruşuk yüzünü aydınlatıp döşeklerin yığıldığı kerevetin arkasına saklanıyor.

...arkasını dönüp yatıyormuş, kız çok üzülüyormuş... Her gün süslenip bekliyormuş kocasını, boyalar sürüyormuş, sürmeler çekiyormuş, bir esvabı bırakıp birini giyiyormuş, bütün gün uğraşıp en güzel, en alıcı haliyle karşılıyormuş erkeğini, koynuna girsin diye diller döküyormuş...

Kış için saklanan mısırların arasında biriken kar, mısırı soğuk, kıtırımsı bir hale dönüştürür. Tarlada, derme çatma arabanın üstüne gerilmiş tente, rüzgârda kızgın nehrin suyu gibi kabarır. Mevsimler kötü koca gibi, Çingeneleri hem okşayıp hem hırpalayarak birbiri ardına gelip geçer. Çingene kadınların iyi kocası olmaz...
Kocakarı diyor ki, Çingene Balkan'dır. Balkan Çingenenin anasıdır, atasıdır... Çingene Balkan'ın çocuğudur, bir de bahtın...
Akrabalar Balkan'dan geliyor. Çingenelerin yurdundan...
Çingenelerin yurdu yoktur. Herkesin yurt diye sahiplenip dikenli tellerle, sınırlarla, silahlı askerlerle koruduğu toprak parçalarından hiçbirine ait değil onlar... Öyleyse Yurt neresi!
Sınırın ötesinden atları, arabaları, köpekleri, kocaman bohçaları ve yalınayak çocuklarıyla göçenler, aynı yurttan gelmiş gibi birbirine benziyor; kavrukluklarıyla, zayıflıklarıyla; sakin, beklentisiz esmerlikleri, güleç kurnazlıklarıyla... Kapı'dan delifişek, kalabalık geliyorlar; her ülkeye yabancı olmanın dokunaklı kindarlığını, yalnızca kendi soylarından olanların anladığı gizli bir işaret gibi parlak, siyah gözlerinde taşıyarak...
Üstlerinin başlarının yırtık pırtık, yine allı güllü olmasıyla, tenlerinin yağızlığıyla, aynı yurttan çıkıp gelmiş gibiler. Hep allı güllü, pembeli, yeşilli... Çingenelerin yurdu bir günlük zenginliktir; bir sofralık ziyafet, körüklü çizme, köstekli saat... Çingenelerin yurdu yoksulluktur; allı güllü, pembeli, yeşilli...
Kocakarı tütünden sararmış dişlerini göstererek gülüyor. Çingenelerin yurdu neşedir bir de... Nereden geldiği, neden kaynaklandığı bilinmeyen, hastalık gibi, delilik gibi... Çingenenin kederi bile güler; acı acı değil; deli deli güler...
Kocakarı diyor ki, "Çingene bir yere ait değildir." Naciye de öyle... "Çingene özgürdür." Uzun uzun düşünüyor bunu. Diğer insanlar, yani Çingene olmayanlar özgür değil mi?
Damağını şaklatıyor kocakarı; altın dişini parmağıyla tutup öne arkaya sallıyor, gözlerini kısıp dumanı içine çekerek konuşuyor: "Onlar sahip oldukları toprağın kölesi. Sahip olmak için babalarını, kardeşlerini öldürdükleri toprağın kölesi... Çingene misafirdir her toprağa. Toprak sahibine aman vermez, misafirini ağırlar..." Naciye'nin anası, bir omuz silkişiyle çiğniyor sözü: "Şu evceğizin bir sarı kaaadı olsa fena olur be karıcık!"

Annesinin oturduğu mahallede bir kocakarıcık varmış. Kız, bir bakıra pilav koymuş, üstüne tavuk eti, götürmüş oncağıza, danışmış... Kocakarı demiş ki; şimdi evi bir güzel temizle, duvarları badanala, yerlere de çek temiz bir sıva... Ocağa vur tencereyi, yapıver sıcak bir çorbacık... Gör bak ne olacak.

Balkan'dan akrabalar geldi dendi mi koşup gidiyor. Kapı'dan girenler Sarayiçi'ne yığılıyor. Eski köprünün taş ayaklarında çocuklar çırılçıplak yüzüyor. Gençler kışın yeniden buluşmak için sözleşip İstanbul'a gidiyor, bahtlarının peşinde... "Çıkarmayasın sözlerimi kulacığından," diyor kocakarı. "Sınırların hükmü yok, ailenin hükmü var." Akrabaların giysilerindeki Balkan rüzgârı tel örgülere, duvarlara aldırmıyor; mor çiçekler, fısıltı otları sınırın ötesinde de tıpkı böyle hışırdıyor.

...kız kocakarının dediklerini yapmış, bütün eve bir güzel kireç vurmuş, yerdeki toprağı düzlemiş, camları silmiş, kilimleri yıkamış...
Öyle yorulmuş ki süslenmeye hali kalmamış. Aynaya bakınca bir de ne görsün saçı başı dağılmış. Eyvah! Çok çirkin oldum, demiş kızan, ağlamaya başlamış. Kocasının geleceği saat yaklaşmış, süslenmeye vakti kalmamış kızanın. Derken akşam gelmiş kocası; kız artık benim yüzüme bile bakmaz deyip çekilmiş. Ama adam karısına bir sarılmış doğru yatağa...

"Ağlayan Dağ Susan Nehir - Ayşegül Devecioğlu" kesinlikle okunmalı betimlemeler sinematografik etki yaratıyor... Alkış Flowers


Re: Betim Atölyesi

""
Kocakarı bakır bileziklerle dolu buruşuk kollarını sallayarak, mendili taşın üstüne açıyor. Sigarasını ciğerine çekip, "Düşmanın büyük, çok büyük," diyor. "Senin düşmanın Balkan'dan büyük."
Kuru elini gacoya doğru uzatıyor; avucuna aldığı kuruşu kapıp hapsediyor.
Eski inançlara, komşu topraklarda geçilmez sınırların ardında kalmış Çingenelerin bile unuttuğu inanışlara göre aralarına hiç erkek girmeden doğmuş yedi kız kardeşin en küçüğü olduğu için, kocakarı, Çingeneler arasında büyülü hünerlerin sahibi tekinsiz kadınlardan sayılıyor. Selimiye'den mahalleye gelen yol üstündeki koca ağaç kadar yaşlı kocakarı. Kızın upuzun, gür, dalgalı saçlarını örerken, "Çingene yabancıların elinden sırlarını okur, lakin avucunda kendi kaderini görmek istemez," diyor usulca; "gücün varsa boğuşursun kaderle, tatlı tatlı, acı acı boğuşursun. Bahtın karaysa da, aydınlıksa da, yaşarsın dünyada. Baht yolumuzdur, hayattır, Çingenelerin önünde vaktiyle uzanan yollar gibi upuzun hayat..."
Kütüklerin sesini, yağmur damlalarını dikkatle dinliyor kocakarı, onlardan sır alıp verirmişçesine...
Ve zaman damla damla akıyor; hiçbir yerde birikmeden, toplanamadan; bir küçük tenekecikte bile... Damla damla akıyor; evin teneke yamalarından, delikli tahta kapıdan, mavi çerçevelerden süzülerek... Olağandışı sayılan, olağan sayılan her şeyde olduğu gibi sessiz sedasız kendini belli etmeden akıyor... Hiçbir yerde toplanmadan, birikmeden, fark edilmeden, kayıtsızca akıyor...

...arkasını dönüp yatıyormuş, kız çok üzülüyormuş buna...

"Gönlümüz nah böyle yeşil taşlı bir yüzüktür," diyor kocakarı, sigarası yine püfür püfür tütüyor konuşurken. "Kayıp bir ziynettir. Onu bizden çalanın cebinde parlar durur, kimsecikler görmeden... Bir kere kaptırdık mı, geri alana kadar kim çaldıysa onun olur."
"Peki, nasıl geri alırız?"
"Çalanı öldürerek, kim çalmışsa onu gebertmekten başka yolu yoktur geri almanın."
Güneş, mavi boyalı pencerenin önündeki küpeçiçeği tenekelerine zamansız gölgeler düşürerek bulutların arasına giriyor. Yaz şimşeği kısacık bir anda parlayıp sönüyor; dokunduğu yazgıları kendi yazgısına dönüştürerek...

Alıntı: "Ağlayan Dağ Susan Nehir - Ayşegül Devecioğlu"


Re: Betim Atölyesi

Egemen, teşekkürler, gerçekten taptaze, hoş betimler var, ve muhtemelen atmosferi büyük oranda güçlendiren... Flowers


Re: Betim Atölyesi

nurten hanımcım kesinlikle çok başarılı betimlemeler var ve mutlaka okunması gereken bir roman masalla gerçek bu kadar mı güzel yedirilir yumuşak akışkan bir hamur elde edilir dedirtiyor, akşamları tasvir edilen gökyüzüne bakıp efkarlanıyor bir çingen cigarası tellemek geliyor içinden...Uzun zamandır elime sözlük aldıran bir eser çıkmamıştı. Çok keyif aldım hüzünlendim olay kurgusu olmadan bu kadar sürüklemesine hayran kaldım. Flowers


Re: Betim Atölyesi

Egemen dedi ki:
nurten hanımcım kesinlikle çok başarılı betimlemeler var ve mutlaka okunması gereken bir roman

Egemen yaptığın alıntı yine Ayşegül Devecioğlu'nun romanından mı?


Re: Betim Atölyesi

Barış her iki alıntıda aynı romandan özür dilerim etkin bir link eklemek gerektiğini düşünemedim metnin içinde alıntılanan yeri belirtince yeterli olacağını düşünmüştüm Crying


Re: Betim Atölyesi

Sorun değil Egemen, ben karşılaştıkça bu tip eksikleri gidererek okuyucu için kaynakların güvenilirliğini arttırmaya çalışıyorum. Bu arada örnekler çok etkileyici. Cheers


Re: Betim Atölyesi

Nihayet söz verdiğim ödevim:

""
Daracık bir koridor gibi uzanan reyonların arasında defalarca gitti geldi. Bir pinpon maçı izler gibi bir o rafa bir bu rafa göz gezdirdi. Zaman ilerledikçe daha hızlı hareket ediyor, koşuştururken rafların önünden birer ikişer atlıyor, bu kez de aceleden atladığı raflarda gözden kaçırdıkları için geri dönüyordu. İki reyon arasında defalarca tekrarlandı bu gidiş gelişler. Aradığı şeyi bir türlü bulamıyordu. Lanet olsun, dedi sessizce, neden bu reyona erkek görevli koyarlar ki, nasıl soracağım ben bu herife, "af edersiniz, tüy dökücü kremler hangi rafta acaba?" Bir yandan söyleniyor bir yandan da reyonların arasında dokuduğu mekiği iyice hızlandırıyordu. Birden kan kırmızısı bir elbise içinde ağır çekimle gösterilen bir film karesinden bir aktrist gibi salınarak ona doğru yaklaşan kadını gördü. Uzun boyuyla, incecik belini salınarak taşıyan biçimli bacaklarıyla ve onun bile yüreğini hoplatan cömert dekoltesiyle neredeyse süzülür gibi yaklaşıyordu. Artık kokusunu bile duyabiliyordu. Yeşil gözlerinin buğulu bakışını elbisesi gibi kırmızıya boyanmış etli dudakları şehvetli bir hale getiriyordu. Reyon görevlisi çevik bir hareketle onu aşıp kadının karşısına dikildi. "Buyurun efendim, ne bakmıştınız?" "Tüy dökücü kremleriniz nerede acaba?"


Re: Betim Atölyesi

Nurten'in kırmızılısına ek:

""
Kırmızı elbisesi - elbisenin rengi ille de kırmızı olmalıydı sanki
Üzeri onlarca göz deseniyle çepeçevre çevrili - puantiyeli
Kırçıl - diken diken elbisenin içi
Atmış olan düğmenin ardında bıraktığı söküğe takıldı - terzi yamağı Hanife'nin fersiz gözleri
Eliyle hafifçe yakasını düzeltti - kırmızısı git gide solan elbiseli