UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Ayşe'den Mektup Var*

27 Oca 2014
Aslı Solakoğlu

Nilgün’e...

Halil
kim bilir nasıl gülerdin, sana geçen yıl
hatta beş gün önce yazsaydım bu hikâyeyi.
**

“Kımıldamadan dur; halatı cennete indirir gibi şefkatle, ama sağlam tut,” demişti ustası. Burada cennet aşağıdaydı. Çelik halata bağlı asansör indikçe, yere değdikçe mutlanıyordu. Mutluluk imbikten süzülen bir duyguydu zaten, insanın sırtına damlar ve yayılırdı.

Yine de hareketsiz durdukça, aşağıya uzun süre baktıkça gözlerinde şimşekler çakmaya başlıyordu. Renkler dağılıyor, gölgeler iç içe geçiyor, kendini bile seçemez hale geliyordu. Kireçli çıplak elleri, kömür tozuna batmış birer kuş olup havalanıyordu. Sonra kararıyordu her yer. Aşağıdakiler, yerin dibine girmiş gibi kayboluyordu. Gökyüzü bile katlanıp uçuyordu, uzaklaşıyordu ondan. Maviliğin yerinde bulanık bir gri kalıyordu. Sadece uğultular kalıyordu geride.
Gücü yerindeydi. Durmak da kolay işti Halil için aslında, yük asansörünü indirip çıkarmak da. Ama durdukça bakmak gerekiyordu, baktıkça görmek…

Tam bu sırada duydu ustasının çağıran sesini. Asansör aşağı ulaşmış, elinden kayıp kendini koyuvermişti yere. Küt diye sesini duydu onun da, on kat yukardan. Sanki ölüme yakınlaşmış bu tuğla yığını üstünde, güneşle beraber yitiyorlardı. Bilenler, “Ankara’da haziran, kuru gürültü gibidir,” demişti Halil’e. Öyleydi işte!

Bildikleriyle bilmediklerini yan yana koyduğunda bile ufacıktı Halil, bu devasa inşaatların üstünde. Hep üstündeydi zaten. Gözlerini kısarak, kırpıştırarak; yumarak, yuvarlayarak çekip bırakıyordu eline verdikleri halatı haftalardır. Haftalardır çakıl varmış gibi yaş akıtıyordu gözleri. Biri görecek korkusundan küçüldükçe küçülmüştü bedeni. Esmer kafasını omuzlarına gömüp kulağını seslere vermişti artık. Durmak kolay işti Halil için aslında!

""
Zaman, ağacın kırık dalı gibi sallanıyor aklımda. Doğu’nun köylerinden uzatıyor yapraklarını; oradaki sağlık ocaklarından Sağlık Bakanlığı’nın pencerelerine büyüyor. İş hayatı dedikleri tünelden, ışık sanılan emekliliğe doğru...

Oysa hâlâ karanlık bir tüneldeyim. Nasıl olacak? Haberleri var mı acaba? Bu formları da mı ben dolduracağım yoksa? “Kiminin karşılaşacağı ilk doktor olabilirsin,” demişti patron. Fakülteden birlikte mezun olduğumuz, dal gibi, o zaman sesi titreyerek çıkan genç adam, yirmi beş yıl sonra göbekli, sesi bile genişlemiş bir patron olarak karşımda.

Tedirginim. Kitabı da okuyasım yok. Uçuşup duruyor dizeler aklımda. Sahi, ne demek istemiş Ayşe burada? cerdeyse yarım saattir boş gözlerle aynı sayfaya bakıyorum. Sözcükler soğuk, yabancı birbirine. Hiçbirini yan yana getirecek gücüm de yok. Bir yandan Haziran sıcağı, diğer yandan bedenimle birlikte aklımı da sallayan şu kamyon bozması...

Yeni işyerim bir kamyon arkası, sallanarak yol aldığımız... Bu yüzden her şey yer değiştiriyor çevremde. Çevrem dediğim birkaç metrekare. Avuç içi kadar pencereden bir şey göründüğü de yok. Kalın, sarı plastik camın ötesinde ne görmeyi bekliyorum ki?

Nerdeyse kırk beş dakika oldu Ostim’den çıkalı, oldukça dışarıdayızdır artık. Denizde açılmak gibi bu da, git git sonu yok. Git git bitmiyor Ankara. Oysa ben hâlâ içerideyim, kıyıda. Kamyon arkasında küçüldükçe küçülüyorum. casıl muayene edeceğim burada insanları? Sürgülü kapı, süs niyetine akmayan musluk, köşelerinden süngerleri fırlamış muayene masası, kimi dolu çoğu boş dolaplar dolaplar, naylonunda bekleyen grileşmiş pamuk, elimi sürmek istemediğim steteskop, giyilmekten geçmişini unutmuş eteğim, sarsıldıkça alnıma düşen saçlarım, hiç değişmeyen düşüncelerim... Sahi, ne işi var bütün bunların bir kamyonun arkasında? Benim ne işim var burada? Kaç yıldır kimsenin kalbini de dinlemedim hem!

Durduk, işte!

Şoförün itelemesiyle içeri girdi Halil. Formu beraber doldurmuşlardı. Adı, soyadı, doğum yılı derken hastalıklarına kadar sormuştu bu buruşuk ağızlı adam. Sorular dönüp duruyordu hâlâ aklında. Yanlışı yoktu. Yoktu, ama ya doğruları?
Günışığından kısılmış gözleri açıldı biraz daha, rahatladı. Yine de sağına soluna bakacak cesareti toplayamadı bakışlarına. Başı önde bekledi bir süre. Kirece bulanmış ellerinde tuttuğu kâğıtlar, kamyonun aralık kapısından giren rüzgârla kıpırdadı, parmaklarıyla oynaştı bir süre. Havayı yalayan sümbül kokusuyla titredi aniden, serinledi. Sıcak yaz sabahını bahara çeviren bir iksir gibi gelmişti bu koku Halil’e. Dayanamadı. Yavaşça gözlerini araladı başını kaldırmadan, tam karşısında beyazlar içinde oturan doktora doğru bir adım attığını sonradan fark etti.

Ne yapacağını bilmiyordu yine. Öyle ya, sanki onuncu kattan aşağı atmışlardı Halil’i. Doktor dedikleri bir bilinmeyene doğru… “Git, kurtul!” demişlerdi. Oysa karşısında oturan bahardan gelme, ufak tefek, akça pakça kadının karşısında saatlerce bekleyebilirdi bu şekilde. Kokudan değildi bu. Nedendi?

Durmak iyi geliyordu Halil’e, oturarak bile olsa. Kireç artıkları sandalyenin beyaz plastiğine yapışmış olmalıydı. Doktor, “Formları bırak masaya, gel, sırtını aç,” dediğinde kımıldayamadı bir süre. Bacaklarını oynatır oynatmaz, sandalyeden muayene masasına kadar bir toz bulutu kapladı içeriyi. Eliyle kendine yol açarak ilerledi doktora doğru. Omuzlarına dökülen kömür karası saçlarının arasında dolaşıyordu doktorun elleri. Halil’i gördüğü yoktu. Boynunda asılı, ucunda metal yuvarlaklar sallanan kalın plastik bir iple oynaşıyordu. Çektiği halata benzetti ipi.

Güngörmüş, çalışkan parmaklarını telaşlı hareketlerle, bir saçlarına bir plastiğin soğuk siyahına götürüyordu doktor. Ensesinde birleştirdiği elleriyle, boynuna doladığı o kalın ipi çıkarmaya, saç- larından çözmeye çalışıyordu. Bir oyunu seyreder gibi bakıyordu Halil. Sanki karşısında dans eden beyaz bir gölge vardı. Sırtından dökülen kireç tozuyla karlanan zemine daldı sonra. Sessizlik doldurdu kamyonu, ardından doktorun çiçek kokan incecik, okşayan sesi duyuldu:
“Adın neydi?”

Ne deseydi ki? Neydi adı? O da sorsa mıydı? Bunları düşünürken doktorun giderek telaşlanan parmakları havada çizgiler çizmeye başlamıştı. “Şurada, baksana, şu çekmecede makas olacaktı,” diyen sese yöneldi Halil’in bakışları. Göz göze geldiler. Geldiler mi? Baktığı yerdeki beyazlıktan yansıyan ışık, iyice körleştirmişti Halil’i. Oysa ışıktan gelen ses, “makas, en alttaki çekmece” diyordu; “ver o makası bana” diyordu.

""
Yapamayacağım. Kollarımda derman kalmadı, görmüyorum ki ensemi! Kesebilsem bile elimde kalacak saçlarım. ce de sıcak oldu içerisi böyle... Kör olası makas, bul doğru yeri hadi! Olmayacak böyle, beceremeyeceğim ben bu işi. Ne yapsam? Şu adamdan mı istesem?

“Adın neydi?”

İstemesem ne olacak ki, bekleşip duracağız karşılıklı! Terden elime yapıştı sanki makasın metali. Olacak gibi değil. “Halil bana bak, bak Halil, bana bana... Yaklaş biraz, gel... Saçlarım dolandı steteskopa, gördün mü? Az zarar verecek şekilde kes, çıkar ordan tamam mı?”

Hadi ama… Neden uzaklara bakar gibi bu adamın gözleri böyle? Neyse, kurtar saçımı şu aletten de muayene edeyim seni. Çok zaman kaybettik, hadi… Hah, orası evet, yavaş… “Oldu mu? Tamam, sağ ol. Ver bakayım!”

Saçlarım! Halil!

Elinde bir tomar saçla kaldı Halil. Doktor, “Ver saçlarımı!” dedikçe bekledi. Durmak kolay işti nasılsa, o yüzden bekledi. Ne yapacağını bilemez bir halde sessizliğe çevirdi başını. Şaşkındı. Kaskatı kesildi. İkisi de susmuştu.
Doktor, sırtını kalbini dinlemişti. Şimdi sandalyeye oturup okuması gerekiyordu uzağı. Uzak… Her şey çok uzaktı Halil’e zaten. On kat aşağılar, insanlar, eller, evet en çok eller, elleri... Doktor bunu nerden bilecekti ki!

Muayene olduğu kamyon arkasının tavanına doğru parça parça gölgelerle büyüyen, buğulu bir piramidin en uzağına oturt- muştu doktor onu, kapının eşiğine. Yağmur bulutu gibi bir şeydi karşısındaki. Tepede asılı bir E’den boşalıyordu damlalar ikisi- nin üzerine. “Oku,” diyen sese doğru bakıyordu sadece Halil, başka bir şey gördüğü ve bildiği yoktu. Okunacak ne vardı ki?

""
Yıllarca okudum, sınavlardan geçtim. Dağ tepe hekimlik yaptım. Emekli oldum. Bu iş için aylarca bekledim. Bugün… İlk günüm. İlk hastam. Saçlarım!

Doktorun eline tutuşturduğu formu kucaklayarak dışarı çıktı Halil. Bitmişti nihayet. Kurtulmuştu işte. Kireçli parmaklarıyla formun altında, rapor bölümünde yazılanların üzerinden geçerek heceledi. Olmadı. Olmuyordu. Aceleyle şoförü aramaya başladı. Basık burunlu, sesi kafasından gelen bu adam uzun uzun baktı forma. Halil’in meraklı, heyecanlı bakışlarına aldırmadan okumaya başladı: “İş göremez, gözde sorun… Doktor Ayşe Noyan. 2008 yılı 27 Haziran.”

Ama şimdi hiçbir şeye gülmek gelmiyor içinden, benim de öyle.
Bazen ayıp sayıyor gülmeyi insan.
Bugün 1941 yılı 27 Haziran.
**

---

*Kaynak: Hayata Yetişmek / Yitik Ülke Yayınları / Öykü Dizisi / 2011.

**Nâzım Hikmet, Ayşe’nin Mektupları, 1945.

Kategori: