UzunHikâye Öykü, inceleme, eleştiri



Ayartma

16 Ara 2013
Mehmet Sürücü

Sandalyeye yığılıyorum. Diğer zamanlar tıka basa dolu kahve neredeyse boş. İki kişi naylon muşaba ile ayrılmış bölmede konuşmadan sigaralarını içiyorlar, bedeni bitkinlikle sandalyenin üzerinde kaykılmış birisi de, kağıtları tutacak gücü nereden buluyorsa, ağır hareketlerle kağıt falı açıyor. Kahvenin buğulu camını silip bakıyorum, içeride kahveciden başka kimsecikler yok. İçerideki televizyon her zamanki gibi gümbür gümbür, sesi sonuna kadar açık. Sandalyeler masaların üzerinde. Ters çevrilmiş. Kazanın altı sönük. Çamı tıklatıyorum. İşaret parmağımı yukarı kaldırıyorum. İşaret, ‘bir bira’ demek. İçerisini süpüren kahveci cin gibi. Anlıyor hemen derdimi. Süpürgeyi yere bırakıyor.

Yorgunum. Sabahın karanlığında, çuvallarla, yaygılarla, tırmıklar, sopalar, merdivenlerle başlayan zeytin kavgası, az önce, son selenin de ayıklanmasıyla o günlük son buldu. Günlerdir bu böyle. Karanlıkta çıkıyor, karanlıkta giriyoruz evlere. Yollar, zeytinlikler, sokak araları insan dolu. Sırtına merdivenini, eşeğine katırına küfesini vuran, düşüyor zeytinin yoluna. Bütün gün tırmıklar salkım salkım kokunmuş dalları tarayıp, tanelerini sarı, kırmızı, mavi yaygılara döküyorlar. İnce sırıklarla, ulaşılamayan dallar gezilip, sapları sudan kesilmiş, olgun, kopkoyu zeytinler çırpılıyor. İlla ki birisi boyundan, bir gedik bulup, enseden içeri yuvarlanıp, ezilip, gömleği, kazağı, içlik giysileri mor lekelere buluyor. Yaygılar toplanıp, dalı yaprağı ayıklanıp, tıpırtılarla selelere dökülüyor.

Üstüm başım batmış, is pas, kir içindeyim. Pantolonum dizden yırtık, her yanım ezilmiş zeytin tanelerinin mor lekeleri, kurumuş çamur, toprak. Çoktan boşverdim hepsine. Her yanım ağrıyor. Takatım kalmamış. Böyle olunca da ağrıdan sızıdan uyku tutmuyor çogunlukla. Her sızı kırıntısı bedene dağılıp, düğüm düğüm ediyor. Bulgarya’lı koca Macit’in deyimiyle; Bir bira çakıp, gidip yatarım. İşte o “bir bira” bu düğümleri çözecek. Denedim. İşe yarıyor. Denize bakan tarafta, terastayım. Hafif bir lodos esiyor. Bir haftadır havalar böyle. Yağmursuz, çiğsiz, kırağısız. Aso’nun deyimiyle; Tam zeytin avası. Yüzünden, kahvecilikten başka yapacak bir şey bulamadın mı Ali dalgaları hiç eksilmeyen genç, kenarında su damlacıkları birikmiş şişeyi koyuyor terasın çıkıntısına. Biramı burada, bu şekilde içimeyi seviyorum. Olduğu yerde daha denize yakın duruyor şişe. Arkasına denizin maviliği, parıltılı yüzeyi düşünce, daha bir belirginleşiyor dış kuturları. Şimdi ise ötesinde karanlık bir deniz uzanıyor. Şişe terasın çıkıntısına konulduğunda, hep, Bu şişe bir gün buradan düşecek, diye geçiriyorum içimden. Düşmedi bu güne kadar. Kıvrımlarına dokunuyorum. Buz gibi. Oğlum işin mi yok, yaz gününde miyiz, soğuk değil mi şimdi bu? Ama ne yaparsın. Alışkanlık. Benim değil getirenin. Şimdi desen ki, Dolaptan değil, sıcak getir birayı, tuhaf tuhaf bakacak yüzüne. Sanki kırkı yıllık alışkanlığına ket vuruyor gibi olacak istediğin. İyisi mi, hem bir iki diktin mi şişeyi ısınır avuçların arasında.

Deniz durgun. Dalgaların sesi duyulmuyor. Uzaklarda birkaç gırgırın motor sesleri karışıyor gecenin sessizliğine. Birkaç iri yudumun ardından bir şeyler değişmeye başlıyor bedenimde. Pelteleşiyorum. Yanıma Nazım Reis yanaşıyor. Selam veriyor. Çayını biranın yanına koyuyor. Gözlerini denizin görünmeyen ufkuna uzanan karanlığa dikiyor. Uzunca bir süre bakıyor. Her yanı karanlık denizin. Ne görür ki bu karanlıkta?

“O imansız, en çok istakozu seviyor.”

Kulaklarının ağır işittiğini bildiğimden, sesimi yükseltiyorum; “Ne diyosun Reis? Anlamadım dediğini.”

“O imansız deyyus diyorum, en çok istakozu seviyor.”

Vaziyet bir anda değişiyor. Sözcükler, paragraflar, başka şeyler kokmaya başlıyor ortalık.

Zamanın çarkına ağır, koca, paslı bir kol atıveriyorum hemen. Çeviriyorum, çeviriyorum. Eski zamanlara tabi ki, o dillerden hiç düşmeyen Tirol zamanlarına alıyorum birkaç çevirişte.

Marmara kayık kaynayacak. Nazım Reis o zamanlar yeni evli, ayakları yere basmayan, afili, çiçeği burnunda değil, hepten çiçek kesmiş damat olacak. Herkes koca algarnalarla denizin dibini kocaman demirden pençelerle karıştırırken o, sepetleri serip koylara, istakoz avlayacak. Belki bana; Algarna çekecek düzeneğim yok, alacak para da, hem kafam da yatmıyor tirola, bu tür çapraşık işlere, sepet işi adam istemiyor, belirli yerlerim var, maden, trap, palalık, adisa koylarını bellemişim, o civarda dolanıyorum, akşam ezanından sonra çekiyorum pancarın ipini, kırıyorum dümeni koylara, iki saatte atıyorum sepetleri, gerisi sabaha, diyecek.

Yok, bekârlığında olsa daha iyi olacak. Kayıkta yatıyor. Avarelik günleri. Hacer’in daha genç, salına salına ortalığı, en çok da Pala Nazım’ı yaktığı günler. Neden iş gidip gidip bir aşka, bir kadına uzanıyor ki? Aşksız, bir istakozun etrafında dönüp duran bir balıkçı, bir kunduz, istakoz seven bir kunduz anlatılamaz mı? Herkes gider mersine, nazım gider istakoza günleri, o koca koca istakozları kayığın lumbarına tıka basa doldurduğu, bazı akşamlar her nedense içlerinden irikıyım bir ikisinin yok oluverdiği, sanki buharlaşıp uçtuğu…

Belki adı da “İstakoz Seven Kunduz” olacak. Bir köyde, belki köyden az büyükçe bir sahil kasabasında geçecek tüm hikaye. Kasabanın küçük bir kayıkçı barınağı, barınağın yakınına dökülen yağmurlarda bulanık akan bir deresi olacak. Belki reis değil kunduz anlatsa olacağı biteceği daha mı iyi, ya istakoz? İstakoz anlatsa? Yok, istakoz olmaz. Belki kunduzun anlatması daha başka, düşünemeyeceğim yerlere çekerse...

Git be reis! Akşam akşam bulaşma. Yorgunum. Şişenin dibindeki birkaç yudumu diktim. Kalktım.

Kategori:

Re: Ayartma

Yağmur ve Ayartma,diğer izlenim öykülerinde olduğu gibi Mehmet Sürücü'nün öykülerindeki genel havada.Kişiler sahici,yazar öykünün geçtiği mekanda bir köşede,karakterler yazarı yadırgamıyor ve olaylar dosdoğru ilerliyor.

Yine de sormadan edemiyorum,Mehmet Sürücü'nün yazma serüveninde bu geçici bir durum mu?Zira ben onun farklı denemelerini de okumak istiyorum.

Öyküde bana tuhaf gelen,kahvede bira satılmasıydı.Ege'de geçtiğini düşündüğüm öyküde,bu biraz tuhaftı.Yoksa tekrar kahvelerde bira satılmaya mı başlandı?


Re: Ayartma

Köyde, sadece bir yerde bira satılıyor. İçki ruhsatı almış kahveci.


Re: Ayartma

Cihan Başbuğ dedi ki:
Yağmur ve Ayartma,diğer izlenim öykülerinde olduğu gibi Mehmet Sürücü'nün öykülerindeki genel havada.Kişiler sahici,yazar öykünün geçtiği mekanda bir köşede,karakterler yazarı yadırgamıyor ve olaylar dosdoğru ilerliyor.

Yine de sormadan edemiyorum,Mehmet Sürücü'nün yazma serüveninde bu geçici bir durum mu?Zira ben onun farklı denemelerini de okumak istiyorum.


Ben Mehmet Sürücü'nün bu biçimi oldukça yetkin kullandığını düşünüyorum. Umarım geçici bir durum değildir Smile


Re: Ayartma

""
Öyküde bana tuhaf gelen,kahvede bira satılmasıydı.

Cihan Başbuğ'un kahvede bira satılması konusundaki sorusu, Kocaburgaz köyünden, İstanbul'da yaşayan Alper Yapan'ın "Kocaburgaz'ın taşınmazları" adlı yazısında bir parça yanıtlanmış. Köylerin taşınmazlarının belediyelere aktarımı konusu, önümüzdeki yıllarda insanlara çok acı öyküler yaşatacak. Alper'in maddeler halinde değindiği konulara dikkat ederseniz, bir "su" konusunun başlı başına bir roman olduğunu, sadece bir ucundan başlanıp, yazılmayı beklediğini anlıyor insan.

(Bunun yanında ilerideki günlerde, köy kahvesinin belediye tüzel mal varlığına geçmesinden sonraki uygulamalarda, bizim halk olarak, insan olarak kaç çocuk yapacağından, içki niyetine içilmesi vacip ayranı bile görmeyip, rakı gibi, şarap gibi, bira gibi mekruh, haram şeyler içebilecek, cühelalar olduğumuzun bilincinde olan yüce devletimiz ve devletimizin başında"hepsinden büyüğümüz"den ivmeyle, o terastaki biraların da şişelerinin altına birkaç muz kabuğu konulup, kasasıyla Marmara denizinin sularına intikal ettirlebilir.)

(Allah korusun. Sabah sabah nerden geldi bu cehennem senaryoları aklıma. Tövbe! Tövbe!)